Filmler bana kadın olmak hakkında ne öğretti?




Filmlerdeki en büyüleyici öpücüklerden biri, bir John Ford klasiği olan “The Quiet Man,” dedir. Maureen O’Hara, John Wayne’in İrlandalı-Amerikalı yabancısına aşık olan İrlandalı bir köylüyü oynar. Birbirlerini ilk kez genç kız çıplak ayakla koyun güderken görürler ve başlangıçta çoğunlukla birbirlerine keskin bakışlar atarlar. Ancak bir gece bu inatçı kadının evine gizlice girdiğini görür. Kadın kaçmaya çalışır. Adam onu kendine doğru çeker. Boğuşurlar ve kadının sağ kolunu arkaya kıvırınca sol kolu gevşer. Kadını öpmek için eğilir; onu sarmalar. Bu şiddetli bir tavırdır; bazıları buna tecavüzvari diyebilirler. 

Ben film delisi bir çocuktum ve ekrandakileri izleyerek çok şey öğrendim; bunlara kadınlar ve erkekler hakkında daha sonra unutmak zorunda kalacağım veya görmezden gelmeyi öğreneceğim şeyler de dahil. Kadınların korunmaya, kontrol edilmeye ve evde bırakılmaya ihtiyacı olduğunu öğrendim. Erkeklerin öncülük ettiğini kadınların da takip ettiğini öğrendim. Ve dahası, Fred Astaire’i sevmeme rağmen, onun muhteşem dans partneri Ginger Rogers’ı zar zor severdim. Muzip gülümsemesi beni büyülemişti ve ona [Astaire’e] sarılırken büküldüğünde belinin kıvrımına hayran kalmıştım. Ama onu muhteşem bir adamın kollarındaki bir kadın olarak görmüştüm; ki bu yalnızca filmlerden öğrenmediğim bir mesajdı. 

Sahip olduğum ilk film kitabı “The Fred Astaire & Ginger Rogers Book,” da eleştirmen Arlene Croce bir Astaire-Rogers numarası hakkında şunları yazmıştı: “Dans ettiği bu fevkalade adamı sessizce süzüşü, onu (adamı), kendisini ve az önce gördüğümüz her şeyi onurlandırıyor.” Croce bana “Sadece Astaire müzikallerinde bu şekilde hayal kurduğumuz” sözünü veriyordu. Rüya metaforu, kadınlara çoğunlukla neyin hayalini kurmalarının söylendiğini hatırlamadığınız müddetçe çekicidir. Harvey Weinstein ve  #MeToo’nun ardından, filmlerin benden ne hayal etmemi istedikleri konusunda çok düşündüm; buna zoraki öpücük imgesi ve bunun filmlerdeki kadınlar hakkında işaret ettiği her şey de dahil. Onlardan başka neler öğrendiğimi düşünüyordum. 

Bu da beni 10 yaşlarımdayken sesini az çok taklit edebildiğim Mae West’e getiriyor. Çifte manalandırmalarını anlamazdım ve [feminist] kampı anlamak için de çok küçüktüm. Bana göre West güzel, komik, geveze ve cömert biçimde dolgundu ( ki ben benim gibi tombul olarak okuyorum.) O en iyi repliklere ve Cary Grant’ın hayranlığına sahipti; şımarıklığı ve avareliği herkesi liderliğini takip etmeye zorladı. Ancak bir yetişkin olduğumda filmlerinde geniş yaratıcı kontrol için pazarlık ettiğini ve kadın cinselliğini tasvir ediş şeklinin onu Hollywood sansürü dahil bir hedef haline getirdiğini öğrendim.  Şımarıklığını bir mantığa oturttum; bu aynı zamanda geveze bir kız için bir savunma gibi hissettirdi.

Filmler bize her türlü şeyi öğretir: Nasıl arzulanacağını, nasıl fantazi kurulacağını (bütün o prensler), nasıl sigara içileceğini, nasıl giyinileceğini, bir odaya nasıl girileceğini (daima Bette Davis gibi). Onlar bizlere kimi ve nasıl seveceğimizin yanı sıra, kariyerle birlikte aşkı feda etmenin sözde gerekliliğini de öğretiyorlar. Onlar bize aynı zamanda, duş almanın, bebek bakmanın ve bir yeraltı otoparkında olmanın yada basitçe kadın olmanın bizi öldürebileceğini de öğretiyorlar. İzleyici davranışı ile ekran arasında nedensel bir ilişki yoktur. Olmak zorunda değil. Çünkü filmler bedenlerimize girerler, anlatısal ve görsel modelleri, fikirleri ve ideolojileri damgalarını vururken bizleri ulutup ağlatırlar.

Ders 1: Kadınlar öpülmek için vardır

Kadınlar ve sinema arasındaki ilişki, daima özellikle rahatsız edici olmuştur ve bu, çoğu kez sadece erkek bakışı olarak adlandırılan şeyi içerdiği için de değildir. Öncesinde, kadınlar, film yapımcıları, oyuncular ve tüketiciler olarak Amerikan filmlerinin yapılmasına yardımcı olmuşlardır. Ancak sesli filmlere geçiş yapıldığı dönemde, kadınlar yönetmenlik koltuğundan geniş ölçüde atılmıştır. Hollywood, fanteziler üretmeye devam etti; ancak erken sinemanın kendi hikayelerinin kahramanları olan güçlü kadınları, yerlerini, büyük ölçüde daha tanıdık evcil kadın tiplerine bıraktılar. Klasik dönemin önemli bir bölümünde, filmler, aşkı, bir onlar erdi muradına öpücüğüyle mühürlenen kadın arzusu olarak dayattı.



Rüzgar Gibi Geçti (1939)


Sinematik öpücüklerin birçok çeşidi vardır: baştan çıkarıcı, saf, dramatik, oyunbaz, erotik, ve ebeveynlere ait olanlar. Bazıları karşılıklı, bazıları daha az. Sessiz Adam” ın zoraki öpücüğü, Hollywood filmlerinde oldukça yakın zamana kadar popülerdi. Zoraki öpücüklerin çoğu, yakın bir kenetlenmeye geçmeden önce birbirlerini oyunbazca veya ihtiyatla veyahut alaycı şekilde kuşatan bir kadın ve bir erkek arasındaki, erotizm yüklü, sınırda veya açıkça şiddet dolu ilişkiyi aksettirirler. Ve bazen bir öpücük sadece sert bir öpücük ve kararmaya giden bir girişse de, tüm diğer zamanlarda, Hays Yasası sansürcülerinin 1930’lardan 1960’lara denetlediği cinselleştirilmiş şiddeti ve tecavüzü çağrıştırıyordu. 




Sessiz Adam (1952)

Zoraki öpücük nüanslı olabilir; çoğu filme ve sizin bakış açınıza, sinematik veya diğer şekillerde sizi neyin tahrik ettiğine bağlıdır. Samuel Fuller’ın “Pickup on South Street,” inde yankesici Jean Peters’in [canlandırdığı] evine zorla giren şahsın yüzüne öyle sert vurur ki onu bayıltır. Kime vurduğu bilmez çünkü ışıklar kapalıdır. Çok geçmeden bu ikisi, mekanı erotik şiddet sisiyle buğulandırırlar. “BladeRunner”’da Harrison Ford’un polisi Sean Young’ın replikantı kovalar, açtığı bir kapıyı çarparak kapatır onu yakalar ve pencereye yaslar. Ona kendisini öpmesini emreder ve o da itaat eder. “Baby Boom,” ‘da Diane Keaton’ın 1980’lerin eski büyükşehir kariyer kadını, kendisini iten ve sonra arabaya yaslayan Sam Shepard ‘ın yerel veterinerini azarlar.



Baby Boom (1987)

Zoraki öpücük, “evet, evet demektir” gibi çağdaş rıza yasaları ve inisiyatifler göz önüne alındığında, artık tamamen veya en azından münasebetsizce hoş görülebilir olmayan bir dünya görüşünü öne sürüyor. Ve sadece #MeToo sayesinde, zoraki öpücüklerin ne kadar yaygın olduğunu ve çoğu kez birçoğunun lafını bile etmediğimi fark ettim. Şimdi, üzerime zıplıyorlar [bu saldırılar]bana seksüel şiddetin ve tehdidinin güzel bir şekilde yönetildiğini ve bunun filmlerin kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkileri göstermesinin bir şekli olduğunu hatırlatıyor. Bu benim belirli filmleri ve yapımcıları reddetmeme sebep olmadı. Arzuyu denetlemek ilgimi çekmiyor; filmi anlamak [ilgimi] çekiyor.




Blade Runner (1982)


Ders 2: Kadınların şaplağa ihtiyacı vardır






Blue Hawai (1961)


Filmlerde, erkek egemenliği bazen şakacılıkla çerçevelenen cezalar içerir. “The Thin Man Goes Home” ‘da Nick Charles karısı Nora’ya bir gazeteyle şaplak atar ve kadın da eşini dövmek hakkında şaka yapar.  John Wayne, “Donovan’s Reef” de Elizabeth Allen’a ve “McLintock!” da Maureen O’Hara’ya şaplak atar. Bir keresinde senaristlerinden biri: “Bir John Wayne filminde tek olması gereken Duke’un dizine yatırıp şaplak atabileceği büyük memeli hoppa bir hatundur.” demişti. “Blue Hawaii” ‘de Elvis, daha sonra kuvvetle şaplak atacağı intihar etmek üzere olan bir kadını kurtarır. Daha sonra, muhtemelen arka kısmı hala ağrıyor olduğu için yastıklara oturmuş olarak mutlu bir şekilde yemek yiyorlar.




The Thin Man Goes Home (1944)


“Fifty Shades of Grey” filmlerinde seksüel hakimiyet metalaştırıldı ve özel tasarım bir zindan çok sıkıcı heteroseksüeller için istek uyandıran bir yaşam biçiminin sadece bir parçasıydı. Tuhaflık bir yana, filmler güçle ilgili bir duygu karmaşasına seslenirler, kadınlar ve erkekler hem kadın odaklı ve hem de  gişeyi de hakimiyetine alan erkek odaklı hikayelerde belirgindir. Eğer daha az film kadınları- bekleyen kadın gibi ki bu figür erkek maceraya atılırken evde kalan Odiseus’un eşi Penelope ile benzerlik gösterir-  aynı cinsiyet kutusuna sokarsa bu durumu hoşgörmek daha kolay olur. “In the Heart of the Sea,”  de Charlotte Riley Chris Hemsworth’a kendisine geri geleceğine söz vermesini ister. O da döner; heyhat!



McLintock(1963)




The Fifty Shades Of Gray (2015)



Donovon's Reef(1963)




Everyman for Himself (1980)


Ders 3: Kadınlar erkekleri desteklemek için vardır

“In the Heart of the Sea”’ de Riley hem bekleyen kadını ve hem de başka bir takdir edilmeyen stereotipi canlandırır: kahramanın heteroseksüel içtenliğine işaret eden ve destek veren amigo eşi. “Concussion.”’da “Eğer sen onlar adına konuşmazsan kim konuşacak?” diye sorar Gugu Mbatha-Raw tarafından canlandırılan eş patolog kocasına (Will Smith). O büyüklüğün eşiğindedir ve kadın da adamın ona erişmesi için vardır. Diğer film yapımcıları, Damien Chazelle'in Neil Armstrong biyografisi “First Man” de yaptığı gibi, eş rolünü genişletmeye çalışıyorlar. Fakat yönetmen Claire Foy’un eşi Janet’a daha fazla ekran zamanı bahşetse de, aya çıkan kocasıdır (Ryan Gosling) ve Chazelle bu iki gerçekliği eşitlemeyi asla başaramaz. 

[Chazelle bunu gerçekleştirmeyi] esasen Neil'i hümanize eden bir çocuğun ölümü yoluyla deniyor. Fakat Chazelle, kederin Neil’e etkisi üzerinde oyalanarak Janet’ı ve onun kocasının duygusal ve psikolojik yaşamındaki rolünü ikinci plana atıyor. Finalde, çocuğun ölümü Neil’ın hayatındaki bütün diğer ölümlerle—bütün kayıplarıyla — birlikte flulaşır; bu durum, hikaye başka bir erkek fedakarlığı, zafer ve kefaret öyküsüne dönüştükçe, “First Man”’i tanıdık bir bölgeye geçiriyor. Birçok film yapımcısı gibi Chazelle de burada evcil bir alanda çırpınıyor. Bu kahramanca yolculuğun ayrılan erkekler ve geride kalan kadınlar ve çocuklar için ne anlam ifade ettiğini göstermekte- ki bu James Gray’in “The Lost City of Z” de tamamiyle keşfettiği bir ayrımdır- başarısız oluyor.

Ders 4: Kadınlar klişeleri aşabilir

Tabii ki, eğer bütün filmler kötü olsaydı; onları sevmezdik.; onları sevemezdim. Onların mucizelerinden biri, her şeye rağmen bizlere aşağılayıcı stereotiplerin ve bolca cezalandırıcı tacizin üstesinden gelen görkemli kadın karakterleri getirmeleridir. Bu müphemlik, Barbara Stanwyck’in sefa düşkünü hatununun kendisi olmanın acısını çektiği 1937 yapımı acıklı bir film olan “Stella Dallas” ‘ı körükler. Ancak Stella, tıpkı diğer unutulmaz kadın karakter gibi inatçıdır ve onun irade gücü onu sonrasında gelecek olan “Alien” yapımlarındaki Ripley gibi karakterlere bağlar. Stanwyck’in performansı, göz alıcı karizması ve insanlığı, birçok filmin reddetmeyi denediği—ve hala deniyorlar — kadın hayatının bütünlüğünü aksettirir.

Birkaç yıl önce, Molly Haskell’in 1974 de yayınlanan ve [bugün bile] kadınların filmleri onların siyasetlerine boyun eğmeden veya öz-saygılarını kaybetmeden nasıl sevebileceklerine dair bir rehber niteliği taşıyan “From Reverence to Rape” ‘ini yeniden okudum. Haskell, erkek-egemen endüstri kadınları yerinde tutmak için üzerine düşeni yapmış olmasına rağmen, kadın yazarların ve editörlerin aynı kadın yıldızların da yaptığı gibi, sinemaya şekillendirmeye devam ettiğini gözlemledi. Bu “ aşk tanrıçaları, anneler, şehitler” aynı zamanda zaman zaman aşmaya muvaffak oldukları stereotipleri cisimleştirdiler. Bu dersi, tutkuyla sevdiğim, büyüyüp nefret ettiğim ve tekrar sevmeyi öğrenmek zorunda kaldığım filmleri izleyerek çoktan öğrenmiştim. 

Ders 5: Kadınlar kahraman olabilir

Ben çocukken, o aşk koşulsuzdu. Her şeyi izlerdim, çoğu kez sinemada yalnız başıma. (70’lerde helikopter çağı öncesi ebeveynlerim benim sinemaya gidişlerimi kontrol altında tutmuyordu.) O zaman da, şimdi olduğu gibi, izlediklerimin çoğu erkeklerle ilgili filmlerdi. Fakat ben her zaman kadınları gördüm; komik ve üzgün olanları, zayıf ve güçlü olanları, sonuna kadar dayananları ve dayanamayanları.  Çocukluk favorim olan “Sounder” daki Cicely Tyson ve “The Poseidon Adventure,” daki Shelley Winters    gibi icracılara ve güçlü ancak aynı zamanda ayırt edilebilir şekilde insani açılardan çok inandırıcı olduklarından dimağımda yer etmiş tamamıyla bağımsız karakterlere de tapardım. Bana çok gerçek gelirlerdi; tıpkı insanlar gibi; dekor gibi değil.

Feminizm, sinema aşkımı karmaşıklaştırdı ve nihayetinde onu zenginleştirdi. Öncelikle, teorik tutuculukla mücadele etmek zorundaydım; buna göz zevki ve filmlerdeki kadınların erkeklerin bakışı için var olduğuna dair olanlar da dahildi. Ömür boyu film izlemek —ve o filmlerdeki kadınlar —bana aksini söylediler. Claire Denis (“Chocolat”), Julie Dash (“Daughters of the Dust”) ve Kathryn Bigelow (“Blue Steel”) gibi bir kadının neler yapabileceği ve ekranda var olabileceği konusunda yeni görüşler sunan   kadın yönetmenleri keşfetmek de öyle. Yaptıkları işin verdiği bir zevk de, hikayelerin tamamen kadın odaklı olması değildi; ancak kadınların arketipik kahramanlar- günümüzde çoğunlukla erkekler tarafından oynanan bir rol- olabileceğiydi.



Thelma&Louise (1991)


Bu, “Thelma & Louise” gibi diğer favorilerden de öğrendiğim bir dersti, ama kuşkusuz, onlar için iyi sonuçlanmadı. Ben büyük ileri sürüşlerinden önce gerçekleşen bütün o kaçış, çılgınlık ve eğlenceye odaklanmayı tercih ediyorum. Bette Davis de bazı filmlerinin sonları hakkında yakınmıştır: “Stüdyolarda yetkili olanlar, bir film bittikten sonra filmin sonunu adını değiştirdikleri kadar sık değiştirirlerdi-her ikisi de bizim çalışmamıza zarar verirdi. ” Haklıydı. Fakat birkaç Hollywood sonu, önceki 85 taneyi silebilir  aynı Davis ve West gibi yıldızlarda olduğu gibi Thelma ve Louise gibi karakterlerin de filmlerini sahiplendikleri—veya Ginger Rogers gibi onları paylaştıkları— baş döndürücü, özgürleştirici anların da  yapabileceği gibi.

Ders 6: Kadınlar tehlikeli olabilir

Bu beni tanıyan (veya okuyan) kimseyi şaşırtmayacaktır; ancak hayatta ve ekranda yakınlık duyduğum zorlu kadınlara karşı bir ilgim var. “Gun Crazy” ve “Out of the Past gibi film noirlardaki tehlikeli, bazen de dengesiz femme fatale’lere karşı belirli bir zaafım var. Bu gibi kadınlara her durumda hadleri bildirilir (ve toprağa gömülü bir kutu). Yine de birçok filmde, kadın gücünün bir tasavvurunu sunarlar; mamafih [bu tasavvur] cinselleştirilmiş patolojiktir. Hikaye, bazı zamanlar sadece göz kırpsa da bir şey söyler. Çekici icracılar ve karakterler, her şeyden ağır basan bir kadın korkusu (arzu da) aksettirirler; ancak kadın asiliğine dair görünümler ve hiçbir sansürün silemeyeceği bir yaşam gücüyle birlikte. 



Öldüren Cazibe (1987)



Gun Crazy (1950)



   Out of the Past(1947)


Bu da beni “The Quiet Man”’e geri getiriyor. Muhtemelen mantıksız görünüyor ancak filmi cinsiyetçiliğine ve sonraları John Ford’un Maureen O’Hara’ya karşı tacizci tutumuna dair öğrendiğim her şeye rağmen seviyorum. Yönetmeni olarak Ford, O’Hara’yı hırpalıyor ama o filmin kadın egemenliği  anlayışının çok üzerinde bir özgür irade aksettiriyor. Bir aktrist olarak her şeyi, seksüel ilişkilerin bir iktidar mücadelesi olduğuna dair iddia da dahil, düzeltemiyor. Fakat O’Hara’nın sempatik kararlılık tasviri—  onun somut iradesi— kadın özgürleşiminin seyretilmiş bir tasavvurudur; filme gerçekçiliğin en hakiki kıvılcımını veren de budur. 

Ders 7: Kadınlar suç ortağı olabilir

Filmlerdeki kadınlar genellikle hikayelerinden daha muazzam ve karmaşıktır. Birçok zoraki öpücüğün filmi “Gone With the Wind”’de Vivien Leigh’in Scarlett’ı acı çeker, ancak acısı, daha derin görünmesi ve Hattie McDaniel’ın Mammy’si gibi köleleştirilmiş karakterlerin katlandığı ızdırapları gizlemeye
yardımcı olmak içindir. Scarlett birçok bakımdan filmlerin hala bayıldığı acı çeken kadının antitezidir; ancak onun zaferi, sadece uzun zamandır Hollywood’daki beyaz kadınların ekran-dışı hikayesi olan ırkçılık sayesinde mümkündür. Filmlerin bana öğrettiği başka bir acı dolu ders ise, bir kadının kurban olmasının suçlu olmadığı anlamına gelmemesidir.

Ders 8: Kadınlar düşündüklerini açıkça söyleyebilir

Görmezden gelmeye çalışmak, gülüp geçmek veya sadece ekrandaki seksizm ve ırkçılıktan ve her zaman orada olan sayısız rezaletten yakınmak dışında ne yapabileceğimi anlamam yıllarımı aldı. Bu çelişkilere rağmen ve bazen onlardan zevk almayı, tanrıça-fahişe ikiliklerinin ötesini görmeyi, bazen hem yapmacık gülümseyişli avanakları ve hem de cadaloz köpek balıklarını sevmeyi öğrendim. Filmlerin çirkinliğini görmezden gelebilir; kötü kısımların bitmesini dileyebilir veya seçici şekilde izleyebilirim. Bunun yerine, filmlerin insanların hayattan karmaşık bir anlam çıkarmasının bir yolu olduğunu kabul ediyorum; ve onlardan öğrenebileceğim en önemli şey, onların veya benim aynı derecede karmaşık zevklerimin [bu işten] paçayı sıyırmasına izin vermemektir. 

İşte filmlerin bana öğrettiği başka şeyler: Kadınları nadiren doğru anlıyorlar. Zoraki öpücükler ve (çoğu) şaplaklar artık serbestçe, kaygısızca dağıtılmıyor ancak temsil ettikleri güç dinamiği baki kalıyor. Yalnız erkek kahramanlar yerine, bazen istekli prensesler ve aynı eski silahları savuran ve aynı pozları takınan  tek boyutlu savaşçılarla kadın yetkelendirmesinin karikatürlerini alıyoruz. Bu kadınlar bazen maceralara atılırlar; diğer zamanlarda, şimdilerde önlük yerine spandex giymeleri dışında, erkeği desteklemek için orada bulunan klasik film eşlerini andırırlar. Onların ikinci sınıf statüleri, filmlerde neyin yanlış olduğuna değiniyor, evet, ancak hata sadece filmlerde değildir.   

Yazar: Manohla Dargis is the co-chief film critic of The New York Times.
Çeviri: Zeynep Şenel Gencer
Kaynak: https://www.nytimes.com/interactive/2018/11/30/movies/women-in-movies.html

Yorumlar

Popüler Yayınlar