Herkes için adalet, güçlüler için daha fazlası!

“Evrenin ahlak yayı, adaletin dirseğinde bükülür”

Mahkeme salonları her zaman dramanın yapı taşlarından biri olarak kullanmıştır. Mahkemeler, dramatik gerilimin kolaylıkla sağlanabildiği, büyük monologların, tiratların ve ciddi konuşmaların mekanlarıdır. Bu eğilim, sinemadaki mahkeme temsillerinde yankı bulmuştur ve müdafilik, oyuncuların muhteşem belagat yeteneklerini sergilemeleri için fırsat yaratmıştır. Tarihsel olarak klasik hukuk filmleri, adalet arayışına ve bu nosyonun tanımına ışık tutan resmi ve ciddi mahkeme dramaları etrafında gelişen hikayelerle örülmüştür. 

Amerika’da 30’ların başlarında deneysel bir trend olarak başlayan mahkeme filmleri furyası  Fritz Lang’in Jeanne d'Arc'ın Tutkusu (1928), M (1931) ve Öfke (1936) ile başlattığı akıma Hollywood’un cevabı olarak görülmüştü: Bay Deeds Şehre Gidiyor (1936), Emile Zola'nın Yaşamı (1937), Unutmayacaklar (1937), gibi yapımlarla başlayan bu akım 40’larda daha çok ilgi görerek meyvelerini vermeye başlamıştı: Mektup (1940), Şeytan ve Daniel Webster (1941) , Boomerang (1947), 34. Caddedeki Mucize (1947), Paradine Davası (1947), Adem’in Kaburgası (1949) gibi filmler ve özellikle Hitchcock, George Cukor ve Elia Kazan gibi yönetmenlerin katkılarıyla dramanın sevilen bir alt türü haline geldi. 50’lere gelindiğinde hukuk noir’ları ortaya çıktı ve dönemin ortalarında başlayan kısa vadeli kahramanlık hikayeleri 60’ların başlarında etkisini kaybetti ve 70’lerde başlayan gerileme dönemi yüzyılın sonuna kadar sürdü bu dönemde mahkeme filmleri çoğunlukla yeni sinematik ve politik şartların getirdiği değişimler sonucunda çok ilgi görmediler.       

Genç Mr Lincoln (1939), Rüzgarın Mirası(1960) gibi örneklerden Şüpheli (1987), Karar(1982) yada Philadelphia (1993), Kuzenim Vinny (1992) gibi daha çağdaş yapımlara, hukuk filmleri yasal süreçleri ve avukatları her yönden mercek altına alarak bu alt türün sadece dram değil, komedi ve gerilim gibi ana türlere ait öğelerle gelişmesine imkan sağladı. Hukukun incelenmesi meselesi, Şeytanın Avukatı, Şirket gibi filmlerde avukatların etik nitelikleri üzerinden ele alındı. Ancak, ilginçtir ki avukatların başrollerde temsil edildiği hukuk dramalarında hakimler (birkaç örnek dışında) daha sınırlı rollerde göründüler: Let Him Have It (1991) ve Herkes İçin Adalet( 1979) hakimlerin daha merkezi rollerde yer aldığı nadir örneklerden bazılarıdır. Bu yazıda adalet sistemi eleştirisi yapması ve sınıfsal unsurlara ağırlıklı olarak odaklanması açısından Herkes İçin Adalet filmini tartışacağız.   

Ünlü kriminolog Nicole Hahn Rafter, Shots in the Mirror: Crime Films and Society adlı kitabında : “Mahkeme filmlerinde genellikle adaletsiz bir figür, adalet ve insan yaratımı yasalar arasında bir uçurum yaratan veya sürdüren bir birey bulunur. Buna karşılık, yine birçok mahkeme filminde, insanlar tarafından yapılan yasayı, ideal olmaya yada ideale daha da yakınlaştırmaya çalışan bir kahraman, bir adalet figürü de mevcuttur. “ diye yazmıştı.

Her türde olduğu gibi mahkeme filmlerinde de seyircinin haklı bulması istenen(özdeşleşmesi arzulanan) ve yasaları kötülerin aleyhine eğip bükmekte tereddüt etmeyen cesaret timsali kahramanlar bulmak kaçınılmazdır. Ve Herkes için Adalet’ de Rafter’ın sözünü ettiği bu iki zıt kutup başrolleri paylaşırlar:

Ve Herkes için Adalet, idealist bir avukat olan Arthur Kirkland (Al Pacino) ‘in adalet sisteminin aksayan çarkları arasında sıkışan masum insanları kurtarma çabalarını konu alır.

Film, Amerikan Bağlılık yeminini okuyan çocuk seslerinin, mahkeme salonunun merdivenlerinde başlayıp boş binanın duvarlarında yankılandığı açılış sahnesinden itibaren sözü geçen “bayrak, sadakat, ulus, Tanrı, birlik ve adalet” değerlerini ( ve onların ülke içinde temsil ediliş biçimlerini) alaylı bir dille ele alacağının işaretlerini vermeye başlar: Öncelikle, yemini anlamını kavrayamayacak yaştaki çocuklara okutarak uygulayıcıların sistemi çocuk oyuncağına çevirdikleri imasında bulunur ve sonrasında uzun sürecek cümlesine Rafter’ın sözünü ettiği kahramanları tanıtmakla başlar:

Baltimore’da bir savunma avukatı olan Arthur Kirkland, müvekkili Jeff McCullaugh (Thomas G. Waites)’u haksız yere mahkum eden Yargıç Henry T. Fleming (John Forsythe)’i yumrukladığı için hapistedir. Jeff, stop lambalarının yanmaması gibi küçük bir trafik suçu nedeniyle polis tarafından durdurulur. Ancak yapılan kontrollerde silahlı soygundan aranan biriyle aynı isme sahip olduğu anlaşılır ve tutuklanır. Hapiste de bir gardiyanın bıçaklanması olayında kullanılan suç aleti hücresinde bulunur. Artık ikinci bir (sözde) suçu daha vardır. Kirkland’ın davanın yeniden görülmesi talepleri sürekli reddedilir. Jeff'in masum olduğunu gösteren güçlü yeni kanıtlar olmasına rağmen, Fleming temyiz için delillerin geç teslim edilmiş olması gibi bürokratik bir nedenle McCullaugh'un itirazını reddeder ve onu cezaevinde bırakır. Jeff bir süre sonra hapishanede kendisini taciz eden birine direnirken katil olur. İki gardiyanı rehin aldığı olayda polis tarafından vurularak öldürülür. Arthur bu sırada bir transeksüel olan Ralph Agee (Robert Christian)’nin davasını alır.

Arthur davaların arasında Alzheimer’a giderek yenilen dedesi Sam (Lee Strasberg)’i huzurevinde ziyaret eder; hikayenin bu dava arası nefes alışlarının kahramanı seyirciyle daha fazla özdeşleştirmek, ayrıca sisteme saldırmak gibi hayli cesaret isteyen bir hareketi hangi motivasyonla gerçekleştirdiğini anlaşılmasına yardımcı olmak amacı güttüğü söylenebilir. Bu ziyaretlerden Arthur’un ebeveynleri tarafından küçük yaşta terk edildiğini ve onu Sam’in yetiştirdiğini öğreniriz. Ayrıca dedenin Arthur’un bir avukat olduğunu sürekli unutması da filmin karakterin henüz o sisteme ayak uydurmuş, bir anlamda pişmiş bir yapıya ulaşmadığını, tabir-i caizse daha kırk fırın ekmek yemesi gerektiğini hatırlatma yoludur. Yine de dede ve torun arasındaki diyalog her şeyin özeti gibidir. Dedesi Kirkland’a dürüst bir avukat olup olmadığını sorar cevap oldukça ilgi çekicidir: “ Dürüstlüğün avukat olmakla pek bir ilgisi yok dedeciğim.”     
Arthur, bir Kore gazisi olan intihara meyilli, sınırda kişilik bozukluğundan muzdarip Yargıç Francis Rayford (Jack Warden) ile yürek hoplatan bir helikopter gezisine çıktığında başına geleceklerden habersizdir. Rayford, helikopterin yakıtsız nereye kadar gidebileceğini test edip suya iniş yaptıktan sonra tatsız haberi vermekte gecikmez: Arthur’dan, genç bir kıza tecavüz etmekle suçlanan Yargıç Fleming’i savunması istenmektedir. Reddetmesi halinde, suçlu olduğunu çok sonra anladığı bir müvekkilini polise ihbar ederek avukat müvekkil gizliliğine ihanet ettiği için barodan atılacaktır. Kariyeriyle tehdit edilen Arthur, çaresizce haykırır: “Ahlaklı ve dürüst olduğum için beni istiyorlar. Ve onu savunmazsam etiğe uymadığım için beni barodan atacaklar.”  Tabii Arthur’un anlamakta gecikmediği başka bir gerçek de şudur: Özellikle seçilmiştir çünkü dürüstlüğü de Fleming’e olan nefreti de herkesçe aşikardır. Ve bu da aslında suçlu olan yargıcın lehinedir: Çünkü gerçekten suçsuz olmasa kim bu kadar nefret ettiği bir adamı savunur ki?   

Arthur durumdan son derece rahatsız olsa da Fleming’in davasını üstlenir. Savcılık makamıyla görüşerek Frank Bowers (Craig T. Nelson) davadan vazgeçirmeye çalışır ancak bir hakime hüküm giydirmek Bowers’ın kariyerinde önemli bir noktaya gelmesini sağlayacaktır, ayrıca vazgeçmesinin kamuoyunda politik bir yağcılık olarak algılanabileceğinden çekinmektedir. Arthur, babalık davası için yardım ettiği ve yeraltı bağlantıları olan müvekkili Carl, Fleming, kendisini daha önce sorguya çeken etik kurulu başkanı ve bir hayat kadınının olduğu fotoğrafı ortaya çıkarınca ne yapacağını bilemez. Sevgilisi Gail, kendisini uyarsa da yargıç Fleming’e fotoğrafı gösterir ve o da büyük bir soğukkanlılık ve asla yakalanmayacağını düşünmenin güveniyle suçu itiraf eder. (Arthur’un avukatlıktan başka yapacak bir mesleği olmadığını ve tüm hayatını bunun üzerine kurduğunu bildiğinden kariyerini tehlikeye atacağını düşünmez.Tehditlere boyun eğeceğini varsayar.) 

Bu noktada, Ve Herkes için Adalet, Başkanın Bütün Adamları’nın Başkanlık için kurduğu aynı etkin cümleyi Amerikan adli sistemi için sarf eder: “Çürümüşsün, bozuksun, işlevsizsin, yozlaşmışsın.”

Film, keskin gözlemlere dayanan delilleri, Al Pacino’nun canlandırdığı avukatın çeşitli müvekkilleri, dehşet verici kaprislerinden kurtarmak için mücadele ettiği sistemin içindeki bir dizi yalanı, hileyi, yozlaşmışlığı ve yasallaştırılmış sadizmi ortaya çıkarmak için kullanır. Fakat yönetmen Norman Jewison sanki çok ciddi olmaktan kaçınıyormuşcasına bazı son derece güçlü anları umursamaz, mizahi bir tavırla geçiştirir: Örneğin Ralph’in çığlıklar atarak götürüldüğü sahnede masum adamın can hıraş bağırışları gülme sesleriyle kesilir. Yada Soygun, kundakçılık ve teşhircilik suçlarını sayan hakim Fleming: “ Senin neyin var büyüyünce ne olacağına mı karar veremiyorsun?”diyerek iğneler bir müvekkili ve ekler “ sen bir böcek gibi ezilmesi gereken isyankar, aşağılık bir serserisin.” ve yine gülüş sesleri yankılanır salonda.
Film ceza sistemini ve uygulayıcıları etkili biçimde hicvederken, hakimleri, savcıları, gardiyanları ve etik kurulu’nu, nüfuz sahibi olmayanların dünyaları parçalanırken küçük parmağını kaldırarak tembelce sütlü çayından yudumlayan, sıcak termal havuzlarında yüzerken davalardan dem duran idealist avukatlara ve bıçkın müvekkillerine sabır ve tevazu dersi vermeye yeltenen aymaz bürokratik bir döngünün hayati organları haline gelmiş ancak işlevsizlikle devam eden bu düzenden beslenen son derece aşağılık bir güruh olarak tasvir eder. Aynı zamanda çileden çıkaran itiraf pazarlığı sistemini lanetler ve hakimler ve savcılar tarafından verilen kararların gelişigüzel, insanlık dışı, keyfi ve gaddarca olduğunu ileri sürer: Fleming’in temyiz için direten Kirkland’e “Müvekkilin umurumda değil” yanıtı vermesi yada “Müvekkilim henüz suçlu bulunmadı diyerek itiraz eden avukata “ Kesinlikle haklısınız sayın avukat. Saat şu an 09:40. 09:41’de suçlu olacak.” dedikten sonra “ herkes suçu kanıtlanana dek suçsuzdur” ilkesini hiçe sayarak ve delilleri göz ardı ederek müvekkili suçlu bulması gibi örnekler son derece çarpıcı olup fakir, toplum dışı sayılan yada nüfuzu olmayan vatandaşların kendilerini kanundan üstün gören bir takım kökleşmiş bürokratların insafına bırakıldığının da kanıtıdır.

Arthur Kirkland, müvekkillerini önemser ve bu kaotik ve yozlaşmış sistem içinde onlar için en iyi olanı yapmaya çalışır. Ortakları ise hem insani açıdan hem de avukat olarak işe yaramaz olarak betimlenirler: Warren, Arthur’un müvekkilli Ralph’in duruşmasında geç kalıp yenilenen raporu sunamadığı için Ralph hapse atılır ve mahkum olduktan sadece yarım saat sonra kendini asarak intihar eder. Mahkemede sinir krizi geçirip akıl hastanesine kaldırılan ortağı Jay Porter (Jeffrey Tambor)’ın ise bir müvekkilini suçlu olduğunu bile bile beraat ettirdiğini adamın daha sonra bir çocuğu daha öldürdüğünü öğreniriz. Jay daha sonra bu durum nedeniyle ciddi bir bunalıma düşecektir.

Film boyunca suçlunun serbest kalabileceğini, ve masumların hapse girebileceğini gösteren başarısız adalet girişimleri ve mahkemelerin vakur adalet kaleleri olmaktan çok anlaşmalar yapan kiniklerle dolup taştığı düşüncesiyle  çalkalanan hikaye Fleming’in davasının kapanış konuşmasıyla bir nebze temize çıkarılmaya çalışılır:

“Hadi buradan adalete dönelim. Adaletin amacı nedir? Adaletin amacı suçluyu cezalandırıp masumu serbest bırakmaktır. Çok basit değil mi? Ama bu kadar basit değil. Savunma avukatlarının görevi bireyin haklarını korumaktır. Savcılığın görevi de eyalet yasalarının uygulanmasını sağlamaktır. Herkes için adalet. Ama burada bir problem var: Ne olduğunu biliyor musunuz? Her iki taraf da kazanmak ister. Adaleti umursamadan kazanmak isteriz. Suçlu/suçsuz kim umursamadan. Kazanmak her şeydir. (Savcıya dönerek) bu adam bugün kazanmayı çok istiyor. Bu, onun için çok önemli. Kazanma ihtimaliyle öyle sarhoş olmuş ki, bu iş için zorunlu olan bir şeyi unutmuş. Davayı unutmuş. Ortada dava yok. Ben göremiyorum. Sen görebiliyor musun? Tek bir kanıt yok. Kurbanın kendi ifadesinden başka. Müvekkilimin şahitleri var. Referansları var. İfadeler var. Ama dünden beri beni rahatsız eden bir şey var:  Bir türlü aklımdan çıkaramadığım şey şuydu: Neden? Neden yalan söylesin?(kurbana bakarak) Yalan söylemekteki amacı ne olabilirdi? Eğer müvekkilim masumsa o yalan söylüyordu. Neden? Şantaj mı? Kıskançlık mı? Hayır. Dün neden olduğunu buldum. Bir nedeni yoktu. Neden biliyor musunuz? Çünkü yalan söylemiyordu. Ve jürideki bayanlar ve baylar bugün savcılık bu adamı mahkum edemeyecek. Onu ben mahkum edeceğim.(Bu noktada zıvanadan çıkıp öfkeyle bağırmaya başlar) Müvekkilim saygıdeğer yargıç Henry T. Fleming doğru hapse girmeli!...Lanet olası herif suçlu! Eğer serbest bırakılırsa o zaman burada yanlış bir şeyler vardır.”
Ve Kirkland salondan zorla çıkarılmadan önce kendisine “ Haddinizi aşıyorsunuz. Çıldırmışsınız” diye bağıran Rayford’a ve mahkemeye o ünlü sözleri haykırır: “ Hayır siz delirmişsiniz. Bütün mahkeme çıldırmış!! “ 

Finalde Kirkland’ın mahkemenin merdivenlerine yığılmış aynı zamanda şaşkın ve şok içinde, gözlerini boşluğa dikmiş görüntüsüyle baş başa kalırız. Bir ara yanından geçerken “Merhaba Arthur “ diyen ve peruğunu çıkararak selam veren Jay görünür. Kahraman da seyirci de bu sonun muğlaklığıyla sarhoş, kararan dünyaya(ekrana) bakakalırlar. Ve bir kez daha adaletin ne kadar ‘pahalı’ ya mal olabileceğini görüp şaşkına dönerler. Tıpkı Metallica’nın ünlü şarkısında söylendiği gibi : “ Adaletin koridorları yeşile boyanmış/ para konuşuyor/ Güç kurtları ava çıkmış/ yakında iştahlarını giderirler/onlar yutarlar/adaletin çekici sizi ezer.”

Yazar: Zeynep Şenel Gencer

Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazının tüm hakları turkuazsemalar.blogspot.com’a aittir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir platformda kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz.

Yorumlar

Popüler Yayınlar