Bandini miyiz? Evet. O zaman toz'a soralım.

Nereden başlayacağını bilmektir ipin ucunu yakalayıp derinliklere inebilmenizi sağlayan. Düşüncelerinize kil misali şekil verebildiğinizde, varlık bulup kanatlanır, uzak diyarlara uçar ve artık imamın abdest suyu kıvamındaki nem bulutlu gecelerde ter olup musallat olmayı bırakırlar size. Bir yerlerde bir martı kervanının kanat çırpışı yankılanır; yüzünüzü denize döner ve uçsuz bucaksız çölü düşlersiniz. Ya da bir Sekoya ormanının kokusunu. O an orta yerinde durup ışığına bulanamadığınız herhangi bir yeri…Ve yoktan var ettiğiniz şey, artık beyin denilen etten bilgisayarın sinir uçlarında gezinen elektriksel bir iletim olmaktan öteye geçer. Elle tutulur gözle görünür kılınır.

İnsan olarak varlığımızı sorgulamaya başladığımız, gezegenimizin yüzyıllar süren ihanetimize karşılık verdiği küresel felaket günlerinde bir an için geçmişe dair küçük enstantaneleri hatırlayıp dünyanın eski halinde kalması için neler vermezdim diye düşünmediniz mi hiç? Bir bahar günü katıldığınız okul gezisinde grubu kaybetmemek için alelacele fotoğrafladığınız yeşil yaprakları, marshmellow sevginize yenik düşüp dünyanın öbür ucundaki bir şehrin devasa metrosunda kayboluşunuzu, hayatınızın en güzel yılını ve en önemlisi ilk aşkınızı hatırlayıp iç geçirmediniz mi hiç? Umut, en kötü zamanlarda hep en iyi günler hatırlanarak yenilenir zaten. Sonra o kapı kapanır ve başka koridora ilerleme zamanı gelir.

Bir kara deliğin çekimine kapılıp başka bir boyuta sürükleniyormuşuz gibi duyumsadığımız bu dönemi atlatmanın yolu çoğu zaman ilgi dağıtıcı bir şey bulmak galiba. Ben bu görevi John Fante’nin Toza sor romanına verdim. Onca kitap arasında neden bunu seçtiniz diye sorarsanız, en başta hiç ait olmadığım bir dünyayı anlatıyor olmasından dolayı derim. Zira, içinde yaşama fırsatını bulamadığınız her şeyiyle size çok yabancı bir yüzyılı düşlemekten daha dikkat dağıtıcı birşey olamaz. Bir diğer neden ise, insan olmaya, hayatın evrelerine, ölümlüğe, dünyada kalıcı miraslar bırakarak baki olma idealine dair büyük puntolu fikirleri kısık sesle, hilafsız, fısıldayarak iletmesi.

Her eseri orijinal dilinde okumaktan yana oy kullanan biri olarak Fante’nin romanının bu konuda bir istisna olduğunu belirtmek isterim. Yazarın kâh mizahi, kâh çaresiz, çoğu zaman anı yaşayan,bencil, yazar olmak gibi tek bir zorlu hedefin peşinde koşuşturup duran korku ve insanlık dolu karakterine kilden bir yaratım dersek, bu kitap da onun kutsal kasesi olmaya adaydır.

Geçtiğimiz günlerde bir metropol müzesinde, insanın ayağının şehirlerden çekilmesiyle parklara, müzelere dalıp çok kısa bir zaman önce besin zincirinin tepesinde olmanın haksız gururuyla her yere hakim olan adem oğlu ve kızlarının yerlerini alan penguenlerin Monet yerine Caravaggio’yla ilgilenmesi beni nasıl mutlu ettiyse, Hackmuth’un kendisine yazdığı kısacık mektuplar da kitabın kahramanı Arturo Bandini’yi öyle havalara uçurmuştur: “Tanrım, muhteşemdi! Hemen cevap yazardı, yetenekli bir gencin sorunlarını önemseyen büyük bir adamdı. ...Mektupları çıkarıp tekrar tekrar öperdim. İki gözümden yaşlar akarken fotoğrafının karşısına dikilir; ona bu kez büyük bir yetenek seçtiğini söylerdim;” der çoşkuyla. Genç bir insan olarak hezeyanları, gelip geçen hevesleri, karmaşasıyla kulağınızı sayfalara dayadığınızda sesini duyabildiğiniz bir karakterdir o. Ve elbette, kendi iç sesinizin neredeyse duyulmaz olmasına vesile bir kahramandır. Dikkat dağıtma evreninin Caravaggio’su hatta Louis Lane’in Superman’idir. Ah ne iyi olmuştur da imdadımıza yetişmiştir. Sefaletini, hayata dair acemiliğini, hayal kırıklıklarını okudukça halimize şükrettiğimiz ayaklı bir felakettir aynı zamanda kendisi.

Genç adam, ilk romanının bir kopyasını, ilk aşkının yitip gittiği Mojave Çölü’ne fırlatır. Kitap nafile imzalanmıştır: Camilla’ya, sevgi ile, Arturo. Sonra, 1929 model Ford ‘una atlar ve Melekler Şehri’ne yalnız döner. Hiçbir şey olmamış gibi...Sanki kalan 150 sayfa boyunca olup biten her şey sadece tekerleklerin üzerinden atladığı bir tümseğin geride bırakılmış olmasından ibaretmiş gibi.

Kitabın bir noktasında deprem patlak verdiğinde, sırf kendisi evli bir kadınla ilişki kurduğu için Tanrı’nın gazabını tüm dünyaya yağdırdığını düşünecek ya da kitabının basılacağını öğrendiğinde Hitler’in Polonya’yı işgal etmeye başlamasını bile önemsiz bulacak kadar ben merkezci olan Bandini, finalde aşkına asla karşılık vermeyecek olan kadının trajik kayboluşu ile görkemli sıfatını kendisinden daha fazla hak eden çölün önünde eğilmek ve kendi muazzamlığının bile aslında (daha uzun süre baki kalacak) görkem karşısında ne kadar önemsiz olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalır ve büyür. Kitap bu açıdan bir kişisel gelişim, ilerleme, bir oluruna bırakma (letting go) hikayesi sayılabilir. Bandini de teknolojiye, kâra ve ilerlemeye odaklanan, bu sırada yaşamayı ve sonsuz evrenin bir köşesindeki bu küçük 'toz' parçasından başka gidecek yeri olmadığını unutan, bir anlamda ağaca bakmaktan ormanı göremeyen insanın izdüşümü gibidir.   

Bu noktada, elimizde tuttuğumuz kitabı, anlatıcının yayınladığı aynı kitap haline getirmenin meta-kurgusal hilesi, sonucu daha da etkileyici hale getirir: zaten yaşam dolu bir kitaba hayat verir. Aynı biz kurgu olmayan karakterlerin, hayat süremiz boyunca somut kıldığımız eserlerimizle, yaşamlarımızın ta kendisiyle yaptığımız gibi. Yazar/Bandini deneyimini yazarak somutlaştırır, somutlaştırarak sıradanlaştırır, (imzalayarak sahiplenir/kabullenir), sıradanlaştırarak onunla arasındaki mesafeyi açar; yani onu aşar; sonraki aşamaya geçer.

Kitabını çöle fırlatmak sanatına yönelik hem bir onay ve hem de bir reddediştir: Bir onaydır çünkü kitabı genç kıza vererek ona olan aşkını gösterir; sembolik olarak kendisinin en derin dışa vurumunu hediye eder ona; bir reddediştir çünkü çöl şüphesiz ki kitabından ve kendisinden daha kalıcı olacaktır. “Ölebilirdin” diye düşünür kitaba atıf notunu yazmaya başlamadan önce, “ama çöl ölümünün sırrını ebediyen saklayacaktı. Senden sonra da var olacak, hatıranı yıllanmış rüzgarlarla, sıcakla ve soğukla örtecekti.” Bandini’nin burada hayatının ve sanatının faniliğini kabul etmesi, sadece birkaç sayfa önce, kitabının kontratı eline geçtiğinde başarısının Avrupa’daki savaştan daha önemli olduğunu iddia ettiği göz önünde tutulursa son derece düşündürücüdür. Belli ki insan olmanın/bir zincirin tepesinde olmanın hilesi, Tanrı rolü üstlenip yoktan var etmenin, kile şekil vermenin ötesine geçmiştir.

Belli ki biz gerçek insanlar, dünyalılar da, Bandini gibi anların hezeyanına kapılıp, başarılarımızın, küçük zaferlerimizin ve pamuk ipliğine bağlı çoşkularımızın, gafletimizin, karamsarlığımızın, ve hatta tutkularımızın, ikilemlerimizin içinde yaşadığımız gezegenin yaklaşan felaketlerinden, savaşlardan, açlıktan, yoksulluktan beher gün sonumuza yaklaştığımız bu yüzden anı yaşamak zorunda olduğumuz gerçeğinden daha önemli olduğu yanılgısına düşmüşüz ve belki de her birinin şu günlerde sığındığımız dikkat dağıtıcılar nevi tatsız gerçekleri maskelemesine izin vermişiz. Peki şimdi ne olacak? Gözlerinizi sayfaya dikin çünkü soruyorum: İmzalı kitabı çöle fırlatıp yola devam mı edeceğiz? Yoksa, Camilla gibi kaybolup bizden daha ebedi bir şeyin kanatları altında başka bir biçim alarak başka bir varlık mı sürdüreceğiz?

Bandini miyiz? Evet. O zaman toz'a soralım! 

Yazar: Zeynep Şenel Gencer
Künye: Toza Sor, John Fante, Parantez Gazetecilik ve Yayıncılık, 2016, Çeviri: Avi Pardo,160 sayfa.

Yorumlar

Popüler Yayınlar