Canavar olmak üzerine karanlık bir senfoni: Beast


Michael Pearce’ın 2019 BAFTA festivali’nden ödülle dönen filmi Beast, seyirciyi koltuklarına mıhlayıp korku ve gerilimle sarmalayan her an yerinizden zıplayacakmışsınız hissi uyandıran bir film değil. Yine de ayrıntılarla dolu patikaları ve diyaloğun adeta başlı başına bir oyuncu gibi havayı belirlediği atmosferiyle sıradışı bir çizgide ilerliyor. 


Jersey adasının küçük, modern dünyadan uzakta bir köşesinde turist rehberliği yapan Moll Huntford (Jessie Buckley) için doğum gününde bile ikinci plana atılmak, ailesinin kendisinden hoşlanan taşra dedektifine isteği dışında yeşil ışık yakması, formalitelerde boğulmak bardağı taşıran son damladır; Moll, toplumsal baskılara boyun eğmek ve monoton yaşamını sürdürmek yerine başına buyruk yaşamayı arzular. Bu noktada filmin büyümek, özgür olmak, ailenin kanatları altından sıyrılmak derdindeki genç bir kızın histeri ve karmaşa dolu hikayesinden ibaret olduğu sanılabilir. Ve film de başlangıçta mütemadiyen ikinci bir La Boum (1980) vakası gibi tavır alır zaten.        


Ancak Pearce’ın heyecanı giderek artan psikolojik gerilimi, izleyenleri tuzağına çekmeyi başardığında, zamansız bir masal, modern romantizm ve gizem türleri arasında dans ediyor ve varsayımları ustaca altüst ediyor. Başrollerin nefis performansları, hikayeyi ateşleyen iç kıvılcımı sağlarken, arzu ve tehlike, masumiyet ve suçluluğun merak uyandırıcı biçimde birbirine karıştığı psikolojik bir kedi fare oyunu başlıyor.    


Buckley’nin canlandırdığı Moll, her ne kadar uyumsuz ve asi olsa da hala annesinin etkisinde. Kardeşlerinin çoktan yeni hayatlara yelken açmış olmaları genç kadının aile evinde yaşlanmakta olan babasının bakımını üstlenirken kapana kısılmış hissetmesine neden oluyor. Bu nedenle özgürlüğünü ilan edip kendi doğum günü partisinden kaçtığı akşam Moll’un hayatında bir dönüm noktası oluyor. Tatsız bir tesadüf sonucu Pascal Renouf (John Flynn) ile tanışan Moll, genç adamın Heathcliff vari cazibesine kapılıyor ve boğucu ev hayatından kopmaya başlıyor. 


Bu arada bir dizi cinayet, tablo gibi adaya gölge düşürüyor ve şüpheler Pascal üzerinde yoğunlaşıyor. En şüpheli anlarda bile-özellikle restaurantta Moll’un boğazına yapıştığında- Flynn’in açık vermeyen performansı Pascal’ın masumiyeti veya suçluluğu konusunda hem çok net hem de oldukça bulanık bir portre çiziyor. Moll’un çocukluk sırları açığa çıktıkça ve kız kardeşi  “vahşi biri” olduğunu dile getirdiğinde bu belli belirsiz şüphe kırıntılarının genç kızın hanesine doğru kaydığını hissediyoruz. Üstelik Moll’dan hoşlanan dedektifin (Clifford-Trystan Gravelle) ısrarla Pascal’dan şüpheleniyor olması da hem Buckley’nin karakteri hem de seyirci için başka bir şüphe vesilesi haline geliyor. Ya tüm bu suçlamalar sadece kıskanç bir aşığın çamur atmasından ibaretse? Moll, her şeye rağmen genç adamın üzerindeki şüphe bulutlarını dağıtmaya hazır. Şüphesiz ki kendisini onun ruh eşi olduğuna ikna ediyor ve geçmişlerinin benzerliği de ikilinin arasında sarsılmaz bir bağ yaratıyor: Pascal’ın geçmişte küçük yaşta bir kıza tacizden sabıkalı olması ve Moll’un bir sınıf arkadaşını bıçaklamış olması gibi rahatsız edici nüanslar genç aşıklar için önemli bir yakınlaşma vesilesi haline geliyor.   


Başlığın yarattığı kasti belirsizlik, M.S 2.yy da Apuleius tarafından yazılan, ilk yazılı masallardan biri olduğuna inanılan ve birçok farklı versiyonuyla günümüze taşınan Güzel ve Çirkin hikayesine gönderme gibi görünüyor. Ancak hikaye unutulmaz Love Story (1970) ve İki Şehrin Hikayesi (1980)’nden de izler taşıyor. Beast, her şeyi önüne katan ana temalarla dolup taşarken, filmin pençelerini seyirciye geçirmesini sağlayan unsur ayrıntılar. Doğum günü sahnesinden itibaren Moll’un aile tarihini açıkça ortaya koyan sahneler, genç kadının cinselliğe dair ilk keşfini yaşadıktan sonra oturma odasındaki beyaz koltuklara çamurlu tırnaklarını geçirmesiyle sessiz bir çığlığa dönüşüyor. Bu muhalefete karşı durabilen tek aile ferdi gibi görünen Hilary (Geraldine James)’nin çarpıcı baskıcılığı kayda değer ancak bu otoriter tavrının arkasında aslında hissetmekten kendisini alıkoymadığı bir dehşet var. Korkutucu hatta ejderha tabir edilebilecek bir anne olabilir fakat o da kızından-ne yapabileceğinden ve/veya neye dönüşebileceğinden ölesiye korkuyor. 


Gerilim dolu anlarda film, keskin kurgusu, ada temasının güneşli havasıyla tezat oluşturan karanlık atmosferiyle François Ozon’un son derece rahatsız edici yapımı See the Sea (Regarde la mer-1997) yi anımsatıyor. Diyalogların sessizlik anlarıyla sekteye uğradığı noktalarda oyuncuların mimikleri, ifadeleri ve jestleri altta yatan cevapları yüzeye çıkarmada oldukça başarılı. Sahil restaurantı sahnesine geldiğimizde bundan emin olmamamız için hiçbir neden kalmıyor. Moll’un aşığının vahşi yönünü çoktan fark ettiğini bir kurban misali yeni açılmış mezara girip empati kurma teşebbüsünden anlıyoruz. Ancak genç kadının soğukkanlılıkla ve sevgi dolu içtenliğini sunarak yönelttiği istek yine de afallatıcı bir etki yaratıyor. Bu noktada Hilary’nin dehşetinin son derece haklı olduğunu görebiliyoruz. Moll’un bu isteğe alacağı cevapla ne yapacağı/bunun onu neye dönüştüreceği gerçekten de kestirelemez. Aslında genç kadının cinayetlerden bahsettiğini anladığına ya da neye son vermesini istediğini anladığına dair de bir ipucu yok. Pascal’ın adeta bir haftasonu kaçamağını doğrular edayla verdiği yanıt, Moll’un istifini bozmadan gün batımına ilerlemek istemesiyle birlikte mutlu bir sona vesile olacakmış gibi görünüyor. Ancak gerçek çok farklı. “Biz bir ve aynıyız” çıkarımı bile genç kadını aşığını öldürmekten alıkoyamıyor. Bunu gerçekten de Pascal’ın katil olduğuna inanıp sonunda kendisinin de bir kurbana dönüşeceğini bildiğinden mi (yani meşru müdafaa mı) yoksa büyütüldüğü katı ahlaki şartların etkisiyle böylesi canavarca eylemlerde bulunan biri için şahitlik yapmasıyla ağır suçluluğa kapıldığı için mi yaptığını anlamak oldukça zor. Hatta Pascal’ın genç kızın duymak istediği cevabı verip vermediğine ya da gerçekten aynı anda süren başka bir ilişkiden bahsettiğine dair de bir şüphe duyabiliriz pekala. Zira genç adamın suçlu olduğunu gösteren kesin bir kanıt sunulmuyor. Buna karşın, Moll’un rüya olduğundan pek de emin olamadığımız şiddet dolu imgeleri gerçek canavarın aslında Moll olabileceğine işaret ediyor. Tabii finalde kanlar içinde yanında yatan aşığının yanından adeta mekanik bir canavar gibi kalkıp boşluğa bakışını da es geçmemek gerekir. Zira filmin bizlere verdiği en net ipucu bu.  


107 dakika sonunda bizlerden Pascal’ın Poseidon ya da Zeus gibi antik canavarları aratmayan bir tecavüzcü mü ve veya modern dünyanın en dehşetengiz figürlerinden Ted Bundy gibi bir cani mi yoksa Moll’un sapkın hezeyanlarının kurbanı mı olduğuna karar vermemiz bekleniyor. Açıkça söylemek gerekirse, bu ikiliden herhangi birinin masumiyeti kesinlikle şüphe götürür. Şayet gerçekten ‘bir ve aynı’larsa, hangisinin daha büyük bir canavar olduğuna karar vermek mümkün değil. Ve Pearce’ın hikayesini karanlık ve bir o kadar çarpıcı kılan tam da bu belirsizlik.    

Yorumlar

Popüler Yayınlar