Freud’a şehla bakıp Holmes’u düşlemek

Sigmund Freud: Exploring the Unconscious(2007) belgeselinde Elisabeth Young Bruehl, “Hepimiz birine dönüp o kişinin kılı kırk yaran, kontrol delisi biri olduğunu söylediğimizde ya da bir dil sürçmesinden bahsettiğimizde veya hatta rüyalarımızın anlamına kafa yorduğumuzda Freud dilinde konuşuruz” demişti. Gerçekten de, Freud, sadece kendi dalında çığır açan bilim insanlarından biri olmanın çok ötesine geçerek, günlük hayatımıza, dilimize ve davranışlarımıza yayılan bir ekol yaratmıştır. Ve popüler kültüre hakim olan her ekol gibi onun eserleri ve adı da birçok yapıta konu olmuştur.



Geçtiğimiz aylarda, Sigmund Freud'un gençlik dönemlerine odaklanan aynı adlı suç dizisi, yayınlanmasının akabinde olay örgüsünün ne kadarının gerçeği yansıttığına dair geniş kapsamlı bir tartışmanın merkezine oturdu. Temasının küresel çekiciliğine kapılan milyonları ekranlara bağlayan dizinin benzer yapımlardan daha kurgusal olmadığını belirtmek gerekir. Ancak, yine de ünlü psikanalistin karanlık ve meşum bir karakter olarak tasvir edilmesi, üstelik suçları aydınlatan bir dedektife dönüştürülmesi tartışmaları ateşlemeye devam edecek gibi görünüyor. Yine de diziyi çevreleyen meselelerin bununla kalmadığını belirtmemiz gerekir. 

Yapımın Freud’u betimleyiş biçimi, elbette psikiyatristin nöroloji alanında hiç de popüler olmayan bir görüşü temsil ettiği 1886 Viyanası’ndan anekdotlarla beslenen, bilinçdışı kavramına bağlılığı ve hipnoz konusundaki ısrarı nedeniyle alay konusu yapılmasına, diğer bir deyişle dışlanmış deha imajına dayanıyor. Zira doktorun gerçekten de histerinin cinsel etiyolojisi üzerine verdiği bir konferansla skandala konu olduğu ve bu olaydan sonraki 10 yılda meslektaşları ve çevresi tarafından dışlandığı biliniyor. Dizide de bu meselenin üzerinde durularak Freud’un hem profesörü Theodor Meynert (Rainer Bock) ve hem de meslektaşı Leopold von Schönfeld (Lukas Thomas Watzl) tarafından aşağılandığı ve hor görüldüğünün altı çiziliyor. Bu mağduriyet karinesinin, itibarı ve evlenmek istediği kadınla ilişkisi tehlikede olan, babasının bile bir hayal kırıklığı olarak gördüğü, finansal sorunlarla boğuşan Freud karakteriyle empati kurulmasına vesile olduğu söylenemez. Zira, bu hikayede aslında Freud gibi ünlü bir figüre de ihtiyaç yok. Hatta belki de bu nevi ünlü bir figürün böylesi bir hikayeye dahil edilmesi son derece yersiz olarak da görülebilir. Nihayetinde, hikaye adı Solomon olan sıradan bir karakteri anlatsaydı belki daha çarpıcı olurdu ve daha az hayal kırıklığı yaratırdı.  

Sonuçta şu günlerde yazın dünyasında sıklıkla karşılaştığımız, arkadaşı Arthur Schnitzler’e refakat ettiği Viyana yüksek sosyetesinin kokain kokusuyla islenmiş parti gecelerinde bir nevi kaçış bulan Freud’u insani sınırların dışında, bilime adanmış bir ilah çerçevesi içinde algılayarak, Discovery Of Local Anesthesia gibi eserlerini oluştururken yaşadığı deneyimlerin dile getirilmesini, kati suretle kınama ve veya bıyık altından gülümsemeyle hasıraltı etme yönelimine bir bahane bulunamayacağı gibi, sadece kurgudan da ibaret olsa, yapımcıların, vahşi ve esrarengiz cinayetlerle çalkalanan sosyete çevrelerine mistik bir kurtarıcı olarak atadıkları bu figüre yapılan zulmün karşılığını, onu gerçek hayatta hor gören kişileri oluşturdukları kurgu dünyada tabir-i caizse madara ederek vermeye çalışmaları da içler acısıdır doğrusu. Daha sade bir ifadeyle, adları baki kalamamış, modern dünyaya miraslarıyla ayak basamamış zamanın kumlarına çoktan kapılmış figürlere Freud adına cevap vermenin anlamı olmadığı gibi, Freud gibi zamanını aşmış ve dünyaya mal olmuş bir figürün de bu yersiz hesaplaşma çabasına zaten ihtiyacı yoktur. Kaldı ki, Freud, ne eroin kullanımını ne de bazı hastalarının kendisini etik sınırları aşmaya zorladığını hiç inkar etmemiştir. Üstelik, 1700’lerden itibaren savaşlara neden olan afyonun, 1800’lerin ortalarında ağrı kesici olarak yaygın şekilde kullanıldığı ve bu kullanımın ünlü psikiyatrın da yaşadığı bu dönemde nahoş karşılanmadığı bilinmektedir. Bu açıdan, pek çoklarının aksine, dizinin dönemin gündelik adetlerini açıkça gözler önüne sermesinin uygunsuz ya da bir kınama vesilesi olduğunu düşünmek yanlış olacaktır.  

Diziye dair bir başka konu da, Freud'u Viyana'nın Sherlock Holmes'una dönüştürmek gibi ilham verici bir fikirle haşır neşir olması. Holmes, suçları çözmede çıkarım biliminden yardım alırken, dizinin yapımcıları hipnozu Freud’un etkili silahı haline getiriyor. Gerçek hayatta, Freud, Sir Arthur Conan Doyle’un fanatik bir okuyucusuydu. Buna istinaden, yapımcıların doktoru psişik bir medyumun ve seksüel motivasyonu yüksek suçların kol gezdiği bir hikayeye yerleştirirken onun bu hayranlığından esinlenmeleri ve doktoru tarihteki ilk profil uzmanı olarak sunmaları şaşırtıcı değildir. 

Doğal olarak, bu dizi ikonik nöroloğun bazı orijinal kavramlarına da değinen bir kurgu. Ancak, her biri doktorun literatüre kazandırdığı kavramlarla adlandırılan bölümlerin açıklayıcı birer etki yarattığını söylemek pek mümkün değil. Örneğin, birinci bölümde, histerinin tanımı veya hipnozun doğasından ziyade, ekollerin çatıştığı bir ortama sürükleniyoruz. Ve Freud’un histeriyi hipnozla tedavi etme fikri profesörü tarafından sahte bir bilim olarak görüldüğünde, aynı dizinin başında bir seminerde yardımcısını hipnozla tedavi ettiği bir hasta gibi göstermeye çalışan doktoru bu aldatıcı girişimi için yargılamadığımız gibi, bugünkü ününün verdiği özgüvenle, böyle bir tavrın yanlış olduğunu düşünmeye ve veya senaryodaki bu noktanın gerçekle ilgisi olup olmadığını araştırmaya ve hatta bu durum karşısında meslektaşlarının verdiği tepkiyi haklı görmeye yeltenmiyoruz bile. Tabii böyle bir olayın gerçekten vuku bulduğuna dair bir kayıt da yok. Bu nedenle, bu girişimi de yapımcıların Freud’u (ne yaparsa yapsın) mutlak haklı ve mutlak hakim kılma çabasının bir ürünü olarak görmemizde sakınca olmadığını düşünüyorum. Ayrıca Uyurgezerlik adlı üçüncü bölümde, Freud’un etki ve uzmanlık alanı hipnozla bir caniye dönüştürülen rakip meslektaşının zafiyeti ve hocasının bunu fark etmekte aciz kalması, Bastırma adlı son bölümde kitabını yayımlamaması karşılığında hastanedeki yerine iade edilmeyi reddetmesi de bu teoriyi desteklemektedir. 

Dizide Freud’un bir medyum olan Fleur Salome ile tanışması birçok olayın başlangıcı olarak tasvir edilirken, bu gelişme doktoru, her biri mistik bir hükmün etkisindeki insanların işlediği cinayetlere çeker. Bu sırada genç bir kadının vahşice öldürülmesi olayını soruşturan müfettiş Alfred Kiss (Georg Friedrich) ve memur Franz Poschacher (Christoph F. Krutzler) doktorun hayatına adeta gaipten çakılıverirler. Cinayetler arttıkça üçlü, Viyana’da netameli bir takım olayların döndüğünü fark ederler. Senaryo, dönemin politik olaylarından özellikle Avusturya-Macaristan çatışmasından ve giderek yükselen milliyetçi akımlardan da dem vuruyor ancak Fleur ve Freud arasındaki romantik etkileşim gibi birçok kurgusal unsuru da bu tarihi gerçekliğin içine enjekte etmekten geri kalmıyor. Freud, dedektiflik yapma hevesinde değil yine de kendisini bir hükümeti devirme komplosunun, eski bir askerin çözülemeyen travmasının ve Szapáry’erin aile dramasının tam ortasında buluyor. Ünlü psikanalistin adı, çoğunlukla kendisinin katılımı olmadan gelişen bir okültizm ve politik çalkantı hikayesine damgasını vuruyor.   

Esrarengiz cinayet hikayeleri ve romanlar çoğu zaman olağandışı koşullar içinde kaybolan sıradan insanlarla ilgilidir. Fakat Sigmund Freud, bir “sıradan adam” figürü için oldukça tuhaf bir seçim, ve senaristler her ne kadar Freud’u entelektüel bir dev haline getirecek teorilerin tohumlarının bu belli belirsiz deneme yanılma anlarında atıldığını göstermeye çabalasalar da, sonuç istemeden de olsa absürd; yapım, Vanessa Ives’in Fleur karakteri üzerindeki etkisi ne kadar güçlü olursa olsun, Avusturyalı bir Penny Dreadful olma hevesine asla tam olarak boyun eğmiyor. Vaka odaklı bir dram mı, cüretkar revizyonist bir biyografi mi yoksa doğaüstü bir gerilim mi olacağına bir türlü karar veremiyor. Bu bakımdan Freud dizisinin “ölüm itkisi” nden çok önce literatüre kazandırılmış bağlanma korkusundan muzdarip olduğunu söyleyebiliriz.      

Viyana bir ucubeler sirki gibi. Ve Freud (Robert Finster)’a bu panayırda ideal bir ziyaretçi olmak düşüyor. İhtişamlı binalardan köhne Tuna kanallarına, Viyana’nın en ürpertici köşelerini didikleyen Kiss’e katılan doktor, yaşlı adamın savaşın hayaletlerinin dadandığı zihninde aynı Fleur’e yaptığı gibi hipnotik bir rahatlama yaratıyor. Bu arada, yüksek sosyetenin eğlencelerinde, sürgün edilmiş bir çiftin planları gölgelerde ilerliyor, erotik spiritualist seanslar trajediler yaratıyor. Ve bütün bunlar senaryo psikiyatri ve kara büyü arasındaki bulanıklaşmış sınırlar arasında gezinirken gerçekleşiyor.          

Dizinin bir koltukta taşıdığı bir kaç karpuz var: Freud’un kişisel gelişim hikayesi, altlarından politik oyunların çıkacağı vahşi cinayetler, Fleur’un tüm bunların ortasında bir kurban oluşu, Kiss ve çevresinin yan hikayeleri... Ayrı ayrı çekici olduklarını inkar edemeyeceğimiz bu unsurlar, ne yazık ki bir araya geldiklerinde anlamsız bir karmaşaya dönüşmüşler. Sezon finali, esrarengiz cinayetlerden tutun da politik entrikalara ve tıbbi vakaların sonuçlarına olayları netleştirmek için çok fazla çaba sarf etmiyor ve açıklamalar havada kaldıkça bir kafa karışıklığı hüküm sürüyor. Hatta Freud’un bir psikanalist olarak yeteneklerinin meşruluğu meselesi bile çözülememiş olarak kalıyor. Dizinin karanlık patikalarında vasat insanların mitik statülere yükselişleriyle ilgili ilk bakışta algılanamayan bir yorum da görmek pekala mümkün, ancak bazen kötü biçimde ortaya konulmuş görüşler, zayıf anlatımlarla birleştiklerinde, doğdukları o karanlık sokaklarda duman olup havaya karışırlar. Bu dizide de aynen böyle oluyor.   

Belli ki yapımcıların içine düşmekten kurtulamadıkları tuzak sadece stilleri, tarihi ve masalsı unsurları, hikayenin zirve noktalarına ulaşan hamleleri ardı ardına sıralamaya dair hırsları değil, fakat aynı zamanda hem politik arka planı skandallarla, suçlarla dolu kılma ve hem de Freudyen evreni bilinen tüm yorumlarından ayrıştırıp modern zamanların tüketilebilir bir metası haline getirme girişimleri. Bu da ne yazık ki çıkmaz bir sokak. Hikaye, ucuz psikolojik aksiyon ve etkili korku türü arasında kararsız bir öykünmeye indirgenmiş... Freud’a şehla bakıp Holmes’u düşlemiş ve arada bir bulvarda Wilde’la çarpışmış.   


Yorumlar

Popüler Yayınlar