Sonsuz denilen sürüklenme: Emily Dickinson kaybı anlamlandırmak üzerine
Ölümün mümtaz şairinden sessizlik ve ebediyet üzerine yansımalar
“En çok sevdiğimiz insanlar, fiziksel birer parçamız haline gelirler; sinir uçlarımızda, anıların yaratıldığı patikalarda kök salarlar” yazdı şair Meghan O’Rourke, annesini kaybetmesini anlattığı anılarında. Bir yüzyıldan fazla zaman önce, felsefi nesir konusunda nadir bulunan bir yeteneğe sahip başka bir şair, annesini kaybetmesinin akabinde, fanilik üzerine derin düşüncelere dalmıştı.
Emily Dickinson (Aralık 10, 1830–Mayıs 15, 1886) kendisiyle aynı adı taşıyan annesi öldüğünde, 52 yaşına girmek üzereydi. Sekiz yıl önce inme geçiren annesi, felçli ve neredeyse tamamen engelliydi. Hayat boyu süren sağlıksız yaşamına, zihnin yaşamına ilgisizliğine ve Dickonson’ların evinde mutsuzluğun giderek artmasına rağmen, Emily Norcross Dickinson kızına karşı özenli ve sevgi doluydu, şairin az bilinen ama ateşli botanik tutkusunu ateşledi ve onu "ev kutsal bir şey" yazmaya yöneltti.
Her ne kadar ölümlülük üzerine düşünceler Dickinson’ın geride kalan 1775 şiirinin neredeyse tamamında farklı seviyelerde açıklıkla görülse de, annesinin ölümü, fanilikle farklı düzlemde bir yüzleşmeyi zorunlu kıldı — sembolik ve kuramsal bir tecritten ziyade ilerlemiş bir yakınlığın kaybı.
Annesinin ölümünden kısa süre sonra, 1882 yılının Kasım ayında kuzenine yazdığı bir mektupta-ki bu mektup Emily Dickinson’ın Mektupları’nda bulunabilir- şair şöyle der:
“Annemin ölümü ruhumu neredeyse sersemletti...Rüzgara kapılan bir kar tanesi gibi parmaklarımızdan kayıp gitti; ve şimdi “ebediyet” denilen belirsizliğin bir parçası. “
Birçoklarının bize anlattıklarına rağmen nerede olduğunu bilmiyoruz..
Emily, bir çocukken bile, atalarının Kalvinist inançlarınca kararlılıkla vaat edilen ölümsüzlükten kuşku duymaya başlamıştı. “İnançsızlık konusundaki vaazlar beni her zaman cezbetmişti” diye yazmıştı 20’li yaşlarında ilk aşkı ve hayat boyu en iyi arkadaşı Susan Gilbert’a. Dickinson yaşadığı çağın yerleşik geleneksel din anlayışını reddetmeye devam etti; asla bir kiliseye katılmadı ve astronom Maria Mitchell’ın manevi bakış açısına benzer bir görüşü benimsedi. Aynı zihniyeti kuzenine yazdığı mektuba da yansıtmıştır:
“İnanıyorum ki bir şekilde, bize bu olağanüstü dünyayı veren, hala sebep olduğu şaşkınlıktan daha fazlasına neden olma gücüne sahip yaratıcımız tarafından el üstünde tutulacağız— Hepsinin ötesinde sessizlik var …”
Zamansız ölümünden dört yıl önce yazmış olduğu mektubu şu sözlerle bitiriyor:
“Ebediyetin nasıl göründüğünü anlatamıyorum. Bir deniz gibi etrafımı çevreliyor...Beni hatırladığın için teşekkürler. Hatırlanmak—kudretli bir kelime.”
Sonraki bahardan bir mektupta, bir arkadaşın ölüm haberini aldıktan sonra yazılan bir mektupta Dickinson karmaşık ızdırabını bildiği en iyi yolla teskin etmeye çalışıyor—bir şiirle:
Her birimizin ilk kez sevdiğimiz birini kaybetme deneyimi yaşadığımızda geçirdiğimiz travmaya dair iç karartıcı bir yansıma ekliyor:
“İlk arkadaşımız ölene kadar esrimenin gayri şahsi olduğunu düşünürüz; fakat sonra onun içinden içtiğimiz kap olduğunu fark ederiz; kendisi ise henüz bilinmezdir.”
Bu makaleyi Lincoln’den Einstein’a, Tureng’den psikanalist Adam Phillips’in Darwin’in ölümlülükle ilişkimizi nasıl şekillendirdiğine dair yorumlarına, Seneca’nın kayıplar karşısında dirençliliğin anahtarı üzerine düşüncelerine ve ölüm hakkındaki bu resimli Danca kitaba büyük sanatçıların, yazarların ve bilim insanlarının duygulandırıcı mektup koleksiyonuyla tamamlayın ve sonra Cynthia Nixon’ın Dickinson’ın “Ben korktuğum müddetçe geldi.” ve yine Dickinson’ın unutulmuş bitki koleksiyonu—şiir ve bilimin kesişme noktasında zaman ve fanilik için bir ağıt—eserlerini yeniden okuyun.
Yazar: MARIA POPOVA
Çeviri: Zeynep Şenel Gencer
Kaynak: https://www.brainpickings.org/2017/07/20/emily-dickinson-mother-death/
“En çok sevdiğimiz insanlar, fiziksel birer parçamız haline gelirler; sinir uçlarımızda, anıların yaratıldığı patikalarda kök salarlar” yazdı şair Meghan O’Rourke, annesini kaybetmesini anlattığı anılarında. Bir yüzyıldan fazla zaman önce, felsefi nesir konusunda nadir bulunan bir yeteneğe sahip başka bir şair, annesini kaybetmesinin akabinde, fanilik üzerine derin düşüncelere dalmıştı.
Emily Dickinson (Aralık 10, 1830–Mayıs 15, 1886) kendisiyle aynı adı taşıyan annesi öldüğünde, 52 yaşına girmek üzereydi. Sekiz yıl önce inme geçiren annesi, felçli ve neredeyse tamamen engelliydi. Hayat boyu süren sağlıksız yaşamına, zihnin yaşamına ilgisizliğine ve Dickonson’ların evinde mutsuzluğun giderek artmasına rağmen, Emily Norcross Dickinson kızına karşı özenli ve sevgi doluydu, şairin az bilinen ama ateşli botanik tutkusunu ateşledi ve onu "ev kutsal bir şey" yazmaya yöneltti.
Her ne kadar ölümlülük üzerine düşünceler Dickinson’ın geride kalan 1775 şiirinin neredeyse tamamında farklı seviyelerde açıklıkla görülse de, annesinin ölümü, fanilikle farklı düzlemde bir yüzleşmeyi zorunlu kıldı — sembolik ve kuramsal bir tecritten ziyade ilerlemiş bir yakınlığın kaybı.
Annesinin ölümünden kısa süre sonra, 1882 yılının Kasım ayında kuzenine yazdığı bir mektupta-ki bu mektup Emily Dickinson’ın Mektupları’nda bulunabilir- şair şöyle der:
“Annemin ölümü ruhumu neredeyse sersemletti...Rüzgara kapılan bir kar tanesi gibi parmaklarımızdan kayıp gitti; ve şimdi “ebediyet” denilen belirsizliğin bir parçası. “
Birçoklarının bize anlattıklarına rağmen nerede olduğunu bilmiyoruz..
Emily, bir çocukken bile, atalarının Kalvinist inançlarınca kararlılıkla vaat edilen ölümsüzlükten kuşku duymaya başlamıştı. “İnançsızlık konusundaki vaazlar beni her zaman cezbetmişti” diye yazmıştı 20’li yaşlarında ilk aşkı ve hayat boyu en iyi arkadaşı Susan Gilbert’a. Dickinson yaşadığı çağın yerleşik geleneksel din anlayışını reddetmeye devam etti; asla bir kiliseye katılmadı ve astronom Maria Mitchell’ın manevi bakış açısına benzer bir görüşü benimsedi. Aynı zihniyeti kuzenine yazdığı mektuba da yansıtmıştır:
“İnanıyorum ki bir şekilde, bize bu olağanüstü dünyayı veren, hala sebep olduğu şaşkınlıktan daha fazlasına neden olma gücüne sahip yaratıcımız tarafından el üstünde tutulacağız— Hepsinin ötesinde sessizlik var …”
Zamansız ölümünden dört yıl önce yazmış olduğu mektubu şu sözlerle bitiriyor:
“Ebediyetin nasıl göründüğünü anlatamıyorum. Bir deniz gibi etrafımı çevreliyor...Beni hatırladığın için teşekkürler. Hatırlanmak—kudretli bir kelime.”
Sonraki bahardan bir mektupta, bir arkadaşın ölüm haberini aldıktan sonra yazılan bir mektupta Dickinson karmaşık ızdırabını bildiği en iyi yolla teskin etmeye çalışıyor—bir şiirle:
“Kaybettiğimiz her şey koparır bizden bir parça;
Bir yeni ay bekler halâ,
Aynı ay gibi bulutlu gecede,
Çağrılıyor gelgitlerce.”
Her birimizin ilk kez sevdiğimiz birini kaybetme deneyimi yaşadığımızda geçirdiğimiz travmaya dair iç karartıcı bir yansıma ekliyor:
“İlk arkadaşımız ölene kadar esrimenin gayri şahsi olduğunu düşünürüz; fakat sonra onun içinden içtiğimiz kap olduğunu fark ederiz; kendisi ise henüz bilinmezdir.”
Bu makaleyi Lincoln’den Einstein’a, Tureng’den psikanalist Adam Phillips’in Darwin’in ölümlülükle ilişkimizi nasıl şekillendirdiğine dair yorumlarına, Seneca’nın kayıplar karşısında dirençliliğin anahtarı üzerine düşüncelerine ve ölüm hakkındaki bu resimli Danca kitaba büyük sanatçıların, yazarların ve bilim insanlarının duygulandırıcı mektup koleksiyonuyla tamamlayın ve sonra Cynthia Nixon’ın Dickinson’ın “Ben korktuğum müddetçe geldi.” ve yine Dickinson’ın unutulmuş bitki koleksiyonu—şiir ve bilimin kesişme noktasında zaman ve fanilik için bir ağıt—eserlerini yeniden okuyun.
Yazar: MARIA POPOVA
Çeviri: Zeynep Şenel Gencer
Kaynak: https://www.brainpickings.org/2017/07/20/emily-dickinson-mother-death/
Yorumlar
Yorum Gönder