Amorf bir düş: The Shape of Water

Guillermo del Toro’nun geçtiğimiz yıl En iyi film Oscar'ını kucaklayan eseri The Shape Of Water, seyircinin, cömert, titiz tasarım, yaratıcı özel efektler, zarif kamera hareketleri ile şımartıldığı bir hikaye. Anlatım, aynı bir peri masalında olduğu gibi fantastik ama dolambaçsız. Yine de The Shape of Water, aynı zamanda, izler kitleye her dönemeçte ne düşünmeleri, hatta ne hissetmeleri gerektiğini söyleyen ve onları uygun şekilde yanıt verdikleri için tebrik eden dayatmacı bir film.   

1960'ların başında geçen hikaye, çağdaş izleyicilerin modern, liberal değerler hakkında iyi hissetmelerini sağlamak için o çağın toplumsal özelliklerini basit, siyah-beyaz terimlerle tasvir ediyor. The Shape of Water, Güzel ve Çirkin’e benzer bir klasik peri masalı romantizmi ile dramayı ustaca harmanlıyor; bir yandan da Creature from the Black Lagoon (1954)’a ismini veren canavara reverans yapıyor.   

Bununla birlikte, The Shape of Water, 1960'ların Baltimore'u dekorundan en iyi bir şekilde yararlanarak, atmosfere, politik iklime derinlik katan Soğuk Savaş dönemi McCarthyciliğini ve hiç şüphesiz hikayenin kötü adamı olan Strickland’ın zihniyetine de biraz içgörü ekliyor. Türlerin harmanlanması ve kinayeler, realist politik tonlamalarla fantastik unsurların çarpıcı kontrastı, The Shape of Water’a daha gerçeküstü bir duygu veriyor. Bütün bunlarda, James Whale’in Frankenstein (1931)’ına ve Steven Spielberg’in ET (1982)’sine ve hatta belki Ron Howard’ın Splash (1984)’ına yapılan içten bir saygı duruşu görmek de mümkün. Yine de, The Shape of Water, kendi başına eğlenceli olma gücüne, hiç de utangaç ve çekingen olmayan fevkalade bir çoşkuya sahip. Merak uyandırıcı biçimde, altın çağa ait şarkı ve dans rutini de kesinlikle Mel Brooks’un Genç Frankenstein (1974)’ına bir atıf gibi görünüyor; ancak benzerliğin bilinçli mi yoksa bilinçsiz mi geliştiğini söylemek oldukça güç.       

Filmin 60’lar dekoru, korku ve özgürlük temalı bir yapım için tam da biçilmiş kaftan. Soğuk Savaş paranoyası da, yeraltı laboratuvarı, Güney Amerika’da yakalanmış bir yaratığı inceleyen bilim adamları (Doug Jones) tablosunu daha karamsar hale getiriyor. Bu insansı bir yaratık, ancak kaygan ve amfibik, solungaçları, iğneleri ve keskin dişleri var. Korkusuz bir hükümet ajanı olan Strickland (Michael Shannon) yaratık üzerindeki deneyleri denetliyor; oldukça ısrarlı, özellikle seçilmiş gibi; böylece ABD bu yaratığın tüm sırlarını çözebilir ve Rusların önüne geçebilir. (Özellikle 1957’de Sputnik’in fırlatılmasıyla Sovyetler’in uzay ve dolayısıyla teknoloji yarışında öne geçtiği düşünülünce bu hırs ve ivediliğe olan eğilim son derece anlamlıdır.) Orijinal ortamında bir tanrı olarak tapınılan yaratık, insanlık tarihindeki en büyük keşiflerden biri olarak tanımlanır. Ancak araştırma materyali olarak kullanılır - güçlüler için daha fazla güç kazanmanın bir yolu olarak.   
Bu karanlık atmosferde, laboratuvarda temizlikçi olan Elisa, tek kişilik bir devrimi ateşliyor. Belki de yaratığın yaşamasının bilimsel devrime ölmesinden daha fazla katkı sağlayacağını düşünen esrarengiz doktor Dimitri (Michael Stuhlbarg) nin yapamadığını yapıyor. Çocukluğunda geçirdiği bir kazanın sağır bıraktığı Elisa’nın sessizliği onu yüzyıl ortası toplumunda çok az söz sahibi olanlar için güvenilir bir dinleyici haline getiriyor. En iyi arkadaşları evine kapanmış gay bir adam (Richard Jenkins) ve Afro-Amerikalı iş arkadaşı Zelda (Octavia Spencer). Bu yüzden de, Elisa’nın kötü muamele gördüğünü anladığı yaratığa iyi davranması hiç de şaşırtıcı gelmiyor. İkili birbirlerini tanıdıkça aralarında bir bağ kuruluyor. Romantik bir bağ.     

Del Toro, bu son derece olanaksız romantizmi incelikle dokuyor; Elisa'nın yaratık kadar sessiz olduğu gerçeği aralarındaki bağı daha da sağlamlaştırıyor. Konuşabilseydi, yaratıkla sohbet etme girişimleri onu evcil bir hayvan gibi gösterebilirdi. Ancak her ikisi de hareketlerle iletişim kurduklarından, etkileşimlerinde bir eşitlik sağlanıyor. İşaret dili, vücut dili ve müzik aracılığıyla giderek daha da yakınlaşıyorlar. Farkına bile varmadan, bir insanın yapılı bir deniz yaratığını sevebileceği düşüncesi son derece makul gelmeye başlıyor. 

Filmin Sally Hawkins’in (Elisa) omuzları üzerinde yükseldiğini söylemek hiç de abartılı olmaz. Hawkins, kendi ‘ötekiliği’ içinde-özellikle de 60’ların gelenekçi yapısı dolayısıyla- yalnız hisseden ve ancak başka bir ‘diğeri’nde umudu ve sevgiyi bulan bir kadının zorlu tasvirini yansıtmada oldukça başarılı. Hawkins şüphesiz ki, daha ciddi ve kalp kırıcı sahnelerde de parlıyor; ancak daha küçük, daha mizahi anlardaki performansı da büyüleyici. Elbette, Hawkins, Jones'un amfibik adam performansıyla daha da yükselmiş ve Jones’un her türlü yaratığı oynadığı uzun kariyeri de şüphesiz bu role hazırlamasına yardımcı olmuş. Shannon gerçekten dehşet verici derecede gerçekçi bir kötü adam, Octavia Spencer (Zelda Fuller) ve Richard Jenkins (Giles) Elisa'nın arkadaşları ve komplo ortakları olarak harikalar yaratıyorlar.   

Yönetmen, şiddet kat sayısını arttırdığında, hikaye tam da gideceğini varsaydığınız noktaya ilerliyor. Aşk hikayesini çevreleyen müzikal havası film noir’ın ıslak karanlığıyla birleşip bambaşka bir gerilime sürüklüyor izleyenleri. Başlangıçtan finale hikayenin sonuna damgasını vuran ıslak, soğuk ve paslı endüstriyel alanlar batmış bir gemi hissi veriyor; bu su altı sığınağı, yaratığın yaydığı ışıkla büyülü bir aleme dönüşüyor. Hawkins doğallıktan ödün vermiyor: Elisa kurnaz ve son derece planlı şekilde kendisini çevreleyen düzeni devirme derdinde olduğunu ilk sahneden itibaren ele veriyor. Shannon itici Strickland’i toplayabildiği tüm vakarla donatıyor; bu aldatılmış fanatiği adeta trajik bir figür haline getiriyor. Michael Stuhlbarg, dokunaklı, sırlarla dolu doktoru içten bir hassasiyetle ete kemiğe büründürüyor. Ancak karakterler, arketipleri stereotiplerden ayıran sınırda sürekli, bir ileri bir geri gidip geliyorlar. Yine de, tüm karakterlerin gerçek rengi belli, geçilen yollar virajlı da olsa peri masalları her daim iyimser, ve zafer naraları, aynı Elisa gibi sessiz de olsalar, yenilmelerinin kaçınılmaz olduğunu anlayan kötülerin “S..tir.. Sen bir tanrısın.” sözlerinde gizli. 


Yorumlar

Popüler Yayınlar