Kağıttan bir destan: Dunkirk

Geçen yılın Oscar adaylarından Dunkirk, Christopher Nolan’ın suratsız, rahatsız edici tekniğine bulanmış, muhtemelen kendisinin gerçekte olduğundan daha aydınlatıcı olduğuna inandığı iddialı bir çabadan ibaret. Nolan’ın filmi, senkronize değilmiş gibi görünen üç paralel çizgiden-kara, deniz, hava- oluşuyor ve sonuçta, karmaşık kurgunun daha büyük bir eş zamanlılığa hizmet ettiği anlaşılıyor. Bütün olayların Tanrı’nın veya kaderin işi olmadığı, her şeyin stereotip karakterlerin cesaretleri ve özgür iradelerinin sonucu olduğunu da anlamakta elbette güçlük çekmiyoruz. 

Christopher Nolan’ın bulmacalarla haşır neşir sinemasının, adeta bir metronom hassasiyeti ile örülmüş yapısı, Dunkirk’de Hans Zimmer’in müziğine derinlemesine gömülmüş tekdüze bir ses katmanıyla ön plana çıkıyor. Dişlilerin aralıksız gıcırdaması, kıyıya vuran dalgaların, Alman bombardıman uçaklarının ve sayısız patlamanın sesine karışıyor; bütün bu unsurlarla yönetmen, İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa'nın kuzey kıyısında sıkışan 400.000 müttefik askerinin karşı karşıya kaldığı korkunun ve kaybedilen zamanın Almanların lehine olduğunu vurguluyor.

Aslında, müttefiklerin ümitsizliği, filmin açılış sahnesinden itibaren açıkça hissediliyor: Bir grup asker terk edilmiş sokaklarda, adeta ayak uçlarına basarak ilerliyorlar ve gökyüzünden parti konfetileri gibi yağan duyurularda hepsinden silahlarını bırakarak teslim olmaları isteniyor. Ve sanırız Nolan’ın kariyeri boyunca erişmeyi başardığı en yüksek zirve de bu başlangıç planından ibaret. 

Çok az diyaloğun geliştiği Dunkirk, kurtarma gemilerinden birine binebilmek için uzun kuyrukları atlatmaya çalışan Tommy (Fionn Whitehead) adındaki bir askeri izliyor. Tommy, en az kendisi kadar korkmuş Gibson (Aneurin Barnard) ile beraber yaralı bir askeri gemiye taşıyıp  kalabalığa karışmaya çalışıyor. İkili, sessiz jestlerle anlaşıyor; etraflarına sürekli bakınarak kaçış rotaları belirlemeye çalışıyorlar. Alman uçaklarının bombardımanı ile, sağır edici sesler ve panik atmosferi daha da güçleniyor; neredeyse bir kıyamet manzarasına sürükleniyoruz. 

Bu ilginç sekansın kurgusu, akıcı, kısa ve isabetli; korku hissini artık dayanılmaz hale gelene kadar yükseltiyor ve kıtadan kurtulmaya yönelik her çabayı beyhude kılan felaket, bölge çevresinde görünmez bir duvar oluşturuyor; kumsalın denizin geri çekildiği kesimlerini adeta bir araf haline getiriyor. Ne yazık ki, sekansı oluşturan kusursuz nitelik, Nolan, gemileri bombardıman uçaklarından koruyan bir pilot (Tom Hardy) ve teknesi kurtarma botu görevine verilmiş sivil bir kaptan- Dawson (Mark Rylance)- ‘ın hikayelerine yöneldiğinde yok oluyor.   

Dunkirk, bu ana figürlerin eylemleri arasında bir paralel kurgu oluşturmak yerine, Nolan’ın Memento yada Inception gibi filmlerini anımsatan bir “zaman bükme” metodunu benimsiyor. 
Film, önce sarsıcı bir biçimde gün ortasından zifiri karanlık geceye atlıyor. Ve sonra aynı aksiyonu, filmin belli noktalarında, kesişen bakış açılarından yeniden görmeye başlıyoruz; bu anlarda bütün sahnenin bir tekrar mı olduğunu yoksa farklı bir olaya mı şahit olduğumuzu anlamakta güçlük çekiyoruz. Nolan’ın mekansal tutarlılığı yıkmaya dair saplantılı çabası bu filmde de kendini gösteriyor; geçişler olmaksızın birbirine karışan sahneler ve hatta aynı olay örgüsü içinde bağlantılı gibi görünen ve 180 derece kuralını ve diğer devamlılık unsurlarını rastgele ihlal eden imgelerle de doruk noktasına ulaşıyor.     

Aksiyon sahnelerinin yapılanmasına çok fazla zaman harcayan Dunkirk için hikayeye hareket getirmesi gereken bu sahneler tam tersi bir etki yaratıyor; giderek sıkıcı bir atmosfere bürünen film, drama türünün neredeyse tüm diğer unsurlarından vazgeçiyor. Başlangıçta, sadece hayatta kalmaya odaklanıldığından karakterlere dair bir özgeçmiş veya kişilik özellikleri sunulmuyor. Aslında karakterlerin çoğunun isimlerini sadece jenerikten öğrenebiliyoruz; çünkü sadece kendi hayatlarına odaklanmış insanların yanlarındaki yabancının ismini sormaya/umursamaya vakti olmuyor. Ancak bir süre sonra karakterler arasındaki bulanık çizgiler, kurgunun soğuk, mesafeli etkisini arttırıyor. Bu durum, istemsizce, kişiler arası etkileşimin gerçekleştiği birkaç olayın etkisini de baltalıyor. Tam da Dawson’ın torpidolarla batırılmış bir gemiden kurtardığı travma geçiren asker (Cillian Murphy) hikayesinde olduğu gibi. İkincil olay zinciri o kadar geri plana atılıyor ki, duygusal bir etki yaratmanın çok uzağında kalıyor. 

Dunkirk'in neredeyse renksiz paleti, hikayenin potansiyel gücünü daha da azaltıyor. Nolan’ın selüloit kullanmadaki ısrarı, birçok imgenin tekdüze oluşu daha çok dijitale özgü bir renk ve ışık paletiyle çekilmiş olmaları durumu daha da anlamsızlaştırıyor. Buna rağmen, Dunkirk, Nolan’ın bugüne kadar çektiği en güçlü sahneleri barındırmakla pekala övünebilir. Bu anlar, filmin baskın ses tasarımının kaybolduğu, neredeyse sessiz birer sahne izlediğimiz nadir anekdotlardır: Spitfire motorunun kükreyişinin kesildiği, uçağın denize sessizce pike yaptığı veya Dawson’ın teknesinin, tahliye edilen askerlerin, güvertesine güvercinler gibi tünediği bir destroyerin yanından geçtiği sahnelerde olduğu gibi. Nolan, bu anlık korku kırıntılarından ilave notalar damıtmayı başarıyor; bu da en azından bir görüntü yönetmeni olarak-istikrarlı olmasa da- yetenekli olduğunu gösteriyor. Ancak imza attığı birçok yakın tarihli yapımda da olduğu gibi, detaycılığa olan tutkusu, nihayetinde estetik ve tematik olarak üstün körü işler ortaya çıkmasına neden oluyor.   
   
Dunkirk’ün nasıl bir etki yarattığını açıklamak istediğimizde filmin birçok açıdan savaşın ve konunun tarihsel altyapısını yansıtmada yetersiz kaldığını görüyoruz. Muhtemelen, Dynamo Operasyonu’nun ince ayrıntılarını anlamayı ve üst düzey stratejistlerin haritalar etrafında tartışmasını görmeyi bekleyen herkes, Kenneth Branagh’ın—adeta “The Perfect Game(2009)” ‘den bir sahnedeymişçesine— küçükler liginde tezahürat yapan beyzbol koçu edalarında iskelenin korkuluklarından sarktığını görerek şaşkına dönecek. Evet, muhtemelen izleyen herkes, genç bir askerin okuduğu gazeteden Churchill’in sözlerini duyacak; yada Fransız askerin karaya oturmuş gemide maruz kaldığı ayrımcılığa şahit olacak, ama bütün bunları filmin ön plana çıkardığı hayatta kalma olgusuyla birleştirmeleri hiç de mümkün olmayacak. Bundan yola çıkarak,- düşmanın kadrajda asla cisimleşemediğini de hesaba katarsak- filmin bir dönem draması olarak pek de iddialı olmadığını söylemek pekala mümkündür. Askerlerin çoğu, kapana kısılmış ve aç görünmeleri gerekirken, iyi beslenmiş, yakışıklı ve şüphe götürmez şekilde modern tipler; garip şekilde-müttefik askerlerinin çeşitli milletlerden ve her coğrafyadan insandan oluştuğunu düşünürsek- konuşmaları düzgün, ve savaşçıların her yerde yüklerini hafifletmek ve korkularını yenmek için kullandıkları kara mizahtan da yoksunlar.

Aksiyon da aynı hayatta kalan ve karaya vuran bir teknede sıkışıp kalan bir grup müttefik askerinin yükselmesini beklediği deniz gibi kabarıyor ve sonra aynı hızla kıyıya vuran bir dalga gibi sönüyor. Bir Spitfire pilotu, zarar gören uçağını denize indirmek zorunda kalıyor; sonra bir diğer pilot da aynını yapıyor ve indiğinde, deniz suyu kokpiti dolduruyor o da yukarıdaki kapağı yumruklamaya başlıyor. Bu sahneden, adeta ışınlanarak, deniz kıyısındaki gemilerde, kurtarılan adamlardan oluşan, ekmek ve reçel servis edilen bir gruba katılıyoruz ve krizin her anında olduğu gibi, yatıştırıcı bir çay faslıyla karşılaşacağımızı umarken felaketlerin, nihayet kurtulduklarını düşündüğümüz Gibson ve Tommy’yi burada da bulduğunu anlıyoruz. Bir torpido gemiye isabet ediyor. Ve her şey karanlığa bürünüyor ve her yeri su basıyor. İnsanlar, adeta birer deniz yaratığına dönüşüyor. Sonra aniden zaman mekanda atlayarak solgun bir elin çırpındığını görüyoruz. Suya iniş yapan pilot nihayetinde Dawson’ın teknesiyle kurtarılıyor.

Hikayenin bütününe yayılan hayatta kalma kavramından mütevellit, Nolan’ın da Dunkirk’ü bir savaş filminden çok, bir hayatta kalma öyküsü olarak tanımlaması hiç de şaşırtıcı değil. Hayatta kalmak için çırpınan erlerin dışında, havada çarpışan kahraman pilotlar ve askerleri kurtarmak için savaş bölgesine geri dönen, bombardımanla alev alan tanker yakıtlarına rağmen görevlerini aksatmayan Dawson gibi sıradan insanlar da kendilerini olmasa bile inandıkları bir şeyleri hayatta tutmak için canla başla çabalıyorlar. Toprak, su, hava ve en son ateş: elementler tamamlanıyor, ülkelerin onuru kurtarılıyor ve kaybolan askerler eve dönüyorlar.

Bu güçlü, lirik temanın ancak ve sadece kumsalın üzerinde adeta gerçek bir kuş gibi süzülen Farrier’in (Tom Hardy) uçağından inip kumsalda kaskını çıkardığı ve arka planda Churchill’in sözlerinin yankılandığı sahnede görünür kılınabildiğini de söylemek yerinde olur. (Filmin başından beri sadece kokpitte ve kaskıyla gördüğümüz Tom Hardy’nin bu şiirsel sahneye ayrı bir tat kattığı da bir gerçektir.) Bu noktada öykü, bir kahramanlık hikayesine dönüşüyor. Tek bir sahne bütün bir filmi adeta büyülüyor. O an belki Hardy’nin gün batımını arkasına alıp kahraman duruşu takınarak bakışlarını ufka çevirmesinin ağırlığıyla bu büyüden asla kurtulmayacağımızı sanabiliriz: Ta ki, “Yeni dünyanın eskini kurtarıp özgürleştireceği” klişesine alkış tutmamız beklenene kadar… 


Yorumlar

Popüler Yayınlar