Kötülüğün evrimi, iyiliğin bulanıklaşması: Hell or High Water

David Mackenzie’nin Oscar adayı filmi “Hell or High Water”, adını ‘İki eli kanda’ manasına gelen eski bir deyişten alıyor. Modern Western özellikleri taşıyan yapım, yüzeydeki sakin atmosferinin aksine içeride kaynayan, aldatıcı bir coğrafyayı, Batı Teksas’ın kurak arazilerini mesken tutan sıra dışı bir suç hikayesi.

Film, kameranın, sıkıcı ve vasat bir banliyönün ara sokaklarında, önünden geçen arabalara, uçuşan panayır bayraklarına ve toz bulutlarını sürükleyen rüzgara pek de aldırış etmeden durduğu noktaya mıhlandığı, asıl kahramanların ortaya çıkışıyla sonlanacak gergin bir bekleyişle açılıyor. Nick Cave’in ağıt vari ancak bir o kadar da tedirgin edici melodisi eşliğinde, kadraja giren her şeyin olan bitene yorum yaptığı çok da sürpriz olmayan bir soygun sahnesi bu. Kar maskesi takmış iki suçlu, silahlarla bankaya girip “Bu işte yenisiniz galiba’ telkinleriyle kendilerini vazgeçirmeye çalışan veznedarı rehin alıyor. Biri iyi ve kibar; diğeri ise tetiği çekmeye hazır bir sosyopat görüntüsü çiziyor. Soygundan fazlasıyla zevk alıyor ve gücün kendisinde olduğuna dair hiç şüphesi yok, bütün meydan okumaları göğüslemeye hazır; yine de çaresiz tezgahtarla birlikte aynı karede, kapıların, pencerelerin arasında defalarca çerçevelenip köşeye sıkıştırılıyor. ‘Ortağı’ ise bankanın iç odalarından birinden olaylara şahitlik eden kameranın görüş alanının dışında; güvenli bölgede, özgür ve aslında içinde gibi görünse de her şeyin dışında. 

Bu nedenle, filmin soygun sonrasında külüstür arabalarına binip son hızla uzaklaşan kafadarların sahtekar birer suçlu olduklarını ilan edişi de aynı derecede aldatıcı; pervasızca şiddete yönelen işe yaramaz bir takım serserileri konu alan Yedi Psikopat (2012) tarzı popüler bir hikayeye sürüklendiğimizi düşünmek işten bile değil. Fakat “Hell or High Water” tamamen başka bir patikaya sapma derdinde olduğunu adım adım ortaya koyuyor: Toby (Chris Pine) ve Tanner (Ben Foster) kardeşler ve hiç de yasal olmayan icraatları için çok iyi bir sebepleri var. Kardeşler aslında veznedarın da tahmin ettiği gibi acemi soyguncular, fakat aynı zamanda son derece zengin tasvir edilen, insani yönleri ağır basan karakterler ve kanunsuzluğa batışlarındaki her adımda köklerini gerçek dünyadan alan bir motivasyona sahipler. Tabii gerçekler ortaya döküldükçe dikkatli izleyicilerin ilk sahnedeki mesajları hatırlayarak şiddetin perde arkasındaki alt metne ulaşması da mümkün. Örneğin, veznedarın bankaya girerken önünden geçtiği duvarda, ‘detay’ yazısından sonra-ki bunun detaylara dikkat edilmesini vurguladığına şüphe yok- 2008 bankaları kurtarma operasyonlarına atıf yapan “ Irak da üç tur ve bizim gibi insanlara mali destek yok”, kaçış sırasında geçtikleri yolda Toby’nin kardeşinin banka müdürüne vurmasının gereksiz olduğunu söylemesinden hemen sonra  “Hiçbir çocuk güvende değil” yazılarının ekrana yansıması yada “Kapatıyoruz”, “Ev ödemelerinde borç yeniden yapılandırması” tabelalarının görülmesi gibi.

“Hell or High Water” seri suçu konu alan, parlak güneşin hakim olduğu sahnelerde bile karanlık olmayı başarabilen, film noir esintileriyle, karakterlerin peşini bırakmayan bir aile geçmişini ön plana çıkaran dram türünü harmanlayan sıradışı bir yapım. Chris Pine, huysuz, gösterişli, çekici, mesafeli, boşanmış ve iki çocuğunu bir yıldır görmeyen bir baba olan Toby’ye hayat veriyor. Toby hiç kuşkusuz nasıl eyleme geçeceğini bilen bir karakter ancak kötümser halleri hayatı boyunca yaptığı hataların acısını çektiğini kanıtlıyor. 

Motosikletçi bıyığı ve meydan okuyan, ürkütücü bakışlarıyla Ben Foster, Tanner’ı belki de olduğundan daha karanlık bir karaktere, yıllarını hapiste geçirmiş bir hırsızdan ziyade, inancı, iyiye gitmek için sabrı olmayan, her şeyi berbat ettiğinin son derece farkında bir sosyopata dönüştürüyor. 

Sonuçta, soygunların hepsinin Toby'nin fikri olduğunu ve lojistikleri büyük kurnazlıkla planladığını anlıyoruz. İkili, bankalardan sadece veznedeki (takip edilemeyecek) bozuk paraları alarak ayrılıyor. Daha da zekice olansa, her defasında, soygunlarda kullandıkları bir dizi eski arabayı ailelerine ait çiftlik arazisine gömerek aranmayan yeni arabalarla kumarhanelerin yolunu tutuyorlar. Burada paraları aklayarak kanuni prosedüre yakalanmaktan kurtuluyorlar.

Toby'nin müthiş bir yaratıcılıkla en ufak ayrıntıyı bile düşünmüş olmasının sebebi, son derece motive olması. Yerel bir banka olan Texas Midlands, annelerinin yaşamının hastalık ve yoksullukla sonlanmasından sonra ailelerine ait çiftliğe el koymak üzeredir. Borcu ödeyip mülklerini kurtarmak isteyen kardeşler, ellerinde olmayan bir paraya ihtiyaçları olduğunu biliyorlar. Bu noktada, filmden damıtılabilecek asıl çıkarımın, yeni, kurumsal işleyişin hakim olduğu, finans kültürünün muzaffer edasıyla yükselen Amerika’da bankanın/bankaların kendilerinden kredi alan ailenin (müşterilerin) mülklerini ilk fırsatta silip süpürmek istediği gerçeği olduğunun farkına varıyoruz. Banka yardım etmek için değil- daha fazla kazanmak, sıradan tüketicinin sırtından daha fazla kar elde etmek için oradadır ve bütün bunlar-kardeşler ya da tüketiciler bunu hırsızlık olarak görse de- yasaldır. Bilindiği gibi, 2000’li yıllar boyunca kolaylıkla yapılan ipotekli satışlar (mortgage) ile yükseliş gösteren konut fiyatları, bankaların düşük gelirli ailelere kolayca konut kredisi sağlamasına yol açmıştı. Taşınmaz mal piyasasındaki gerileme ile bütün bunlar tersine döndü. Konut fiyatları inişe geçince yüksek faizli kredi piyasası çöktü. Kredi faizlerini ödeyemeyen düşük gelirli kesimler iflas etti ve konutlarına el konuldu. Kardeşlerin vakasına dönersek, kaybedecekleri çok şey olduğu gibi kazanabilecekleri de çok fazla şey vardır. Toby arazide petrol bulmuştur ve çocuklarının geleceğini koruma güdüsü onun tek dayanağıdır.

Bir filmin seyirciyi soyguncuların ve hatta katillerin tarafına çekmesi için belirli bir formül yoktur. Fakat “Hell or High Water,” da izlerkitleyi kardeşlerin eylemlerine empati kurmaya yönelten güçlü bir belirsizlik var. İki kardeş yoksulluk içinde büyümüşlerdir ve Toby’nin suça meyletme gerekçesi ailesinin kötü finansal karmasını değiştirmek istemesidir. O ve Tanner aynı anda hem ahlak dışı hem de onurludurlar ve film kardeşlerin eylemlerini giderek kaybolan bir refah hayali üzerinden değerlendirir. İşleri ve gelecekleri kaybolan kardeşler başkalarının paralarını mı çalmaktadırlar? Ya da sadece kendilerinin olanı ellerinde tutma mücadelesi mi vermektedirler? Belki her ikisi de. Bu açıdan “Hell or High Water”  sıradan insanları suç işlemeye yönelten anlayışı Victor Hugo’nun ‘Sefiller’ romanının şiirsel açlığı ve ümitsizliğiyle ilişkilendirir.

Kardeşler, kaçış planlarını yürürlüğe koymadan önce birlikte çalıştıkları bir avukata giderek arazinin bir trust fonuyla korunması için yasal işlemleri başlatmasını isterler. Sonra da bankaya giderek arazilerinin üzerindeki ipoteği kaldırtırlar. Bu noktada bankanın bürokrasinin ayak direyici engeli olarak tasvir edildiğini ve ironinin aslında avukatın fon hesabını yine soyulan/annelerini ölüm döşeğinde yoksul bırakan bankada açacak olmasında yattığını söylememiz gerekir. Çünkü fon varlıklarının emanet edildiği kurum, saklama sorumluluğunun yanında, fon işlemlerinin kurallara uygunluğundan da sorumludur.

Bütün bunlar yetmezmiş gibi, sorunlara bir yenisini ekleyen ve hikayenin gerilimini arttıran üçüncü bir karakter daha vardır; Jeff Bridges, bariton sesli, sanki puro yapraklarını çiğniyormuşçasına kelimeleri yutarak konuşan yaşlı bir Teksas polisi Marcus olarak karşımıza çıkıyor. Marcus, bulunduğu her ortamda en zeki insan olduğunun son derece farkında ancak bunun görülmesini pek de arzu etmiyor. Keskin zekasını kaba aksanı ve küstahça kıvrılan dudakları arasında bir yerde kamufle etmeyi başarıyor. Bridges yaşlı bir kaplumbağa gibi görünüyor; buruş buruş ve çizgi içinde; bütün duruşunu değiştiriyor; daha kambur, adeta ağır çekimde hareket ediyor. Sanki Kris Kristofferson’ın daha alaycı, çarpık bir versiyonu gibi; nihilist sayılabilecek derecede sakin bir Teksas muaşereti takınarak en edepsiz hareketleri bile nazik kılıyor. 

Son derece duygusuz, yine de yüzündeki her çizgiye hınzır bir parıltı vermekte zorlanmıyor. Marcus ünlü Columbo ve Javert (Sefiller) arasında gidip gelen, suçluların nasıl düşündüğünü bildiği için başarılı olan bir karakter. Tanner, kardeşinin dikkatle yapılandırdığı planı doğaçlama giriştiği bir soygunla bozunca, Marcus elindeki bulmacayı hemen çözüyor; yarı-komançi partneri Alberto (Gil Birmingham) ile-ki bu karakter Marcus’un bütün nevi şahsına münhasır hakaretlerinin hedefi- bir Midlands şubesi karşısındaki barda soyguncuların ortaya çıkmasını beklemeye başlıyorlar. Bu hayli ironik sahnede, özellikle Alberto’nun Marcus’la ve onun üzerinden atalarını kıtadan silen frontier la yüzleşmesi filmin anahatlarından birine işaret ediyor: “Bu işi uzatmaya çalışıyorsun ne kadar uzarsa o kadar geç emekli olursun. .. İnsanlar 150 yıl mağalarda da yaşadılar fakat artık yaşamıyorlar. Uzun zaman önce senin ataların da kızılderililerdi. Ta ki birileri çıkıp onları öldürünceye yok edinceye ve seni kendilerinden biri yapıncaya kadar. 150 yıl önce bütün buralar benim atalarımın toprağıydı. Görebileceğin her şey. Dün gördüğün her şey. Bu halkın dedeleri ve nineleri onları alıncaya kadar. Ve şimdi aynı şekilde onların elinden alıyorlar. Bu işi ordunun yapmaması hariç. (bankaları işaret  ederek ) Bunu yapanlar tam şuradaki …..” Bu noktada, nesli tükenmekte olan bir ulusun temsilcisi olarak Alberto, yeni dünyayı işgal eden frontier’ın da kendi kendini/ kendinden olanı da sömürme/ yaşam hakkı tanımama evresine geldiğini ifşa eder. Ve kendileriyle aynı ulusa mensup finansörler, bankalar ve sermaye odaklarınca hayatları gasp edilen Amerikan burjuvazisinin de tüketim döngüsüne kapılmış açgözlü bir güruh olarak (belki meta fetişizmi ile çılgına dönen) hiç de masum olmadığını haykırır. ‘İşgal’ ve/veya gasp ulusal/insani bir gelenektir. Ve toplumsal yapının/yapıların her köşesine sinmiştir. 

Marcus, bazı haklı gerekçelerle kendisini bir kovboy, eski raconlara sıkı sıkıya bağlı bir kanun adamı olarak görüyor, fakat “Hell or High Water”, hemen hemen herkesin kendisinin bir kovboy olduğunu düşündüğü bir Batı Teksas manzarası sunuyor. Toby ve Tanner ise John Wayne’in punk torunları gibi görünüyor, ancak onun gibi kasılarak yürümeyi de ihmal etmiyorlar. Onların gözünde, medeniyetin sınırları içinde özgürlüğü elde etmenin yolu kurnaz davranmaktan geçiyor. Tabii Marcus ve rangerlar peşlerine düştüğünde, yine büyük bir şaşırtmacayı devreye sokarak ayrılıyorlar ve Tanner bir tepede polisler ve yanlarındaki silahlı vatandaşlarla-ki her biri amatör gördükleri polislerin imdadına koşmayı görev bilen profesyonel silahşörler gibiler bu anlamda film, liberalleri ya da silahsızlanma taraftarlarını bile Amerikan silah kültürünün içini dışını kavramaya yönelten bir yapı sergiliyor - çatışırken Toby parayı alıp rahatça uzaklaşıyor. Tanner, Alberto’yu vurduktan sonra Marcus’un kurnazlığı sayesinde ölüyor.

Bu noktada, filmin başında soygun sahnesindeki kareyi (Tanner’ın kadraja sıkıştırıldığı planı) hatırlamakta fayda var. Çünkü finalde de, Marcus yada kanun adamları Toby’nin soygunlarla bağlantısını kanıtlayamaz ve genç adam her şeyin dışındaymış gibi görünür. Film ilk sahnelerden itibaren detaylara dikkat edilmesini ister ve bu işin kurnaz kardeşin yanına kalacağını çıtlatır.

Bu bağlamda film, yeni nesil bir Western olarak eskinin düz/katı ahlaklı kahramanlarının pabucunu dama atarak gerçek kötülerin yasa ve bürokrasi kisvesi ardına saklandığı bir dünyada ancak kurnaz -düşmanı aksettirebilecek-olanın hayatta kalabileceği düşüncesini irdeler.

Toby ve Tanner hiç kuşkusuz birbirleri ve kanunla bir çatışma içindelerdir ama film hiç de beklenilen sona ulaşmaz. Pine ve Foster filmin her karesinde seyirciyi gerçekten kardeş olduklarına inandıracak kadar doğallıkla, sevgi dolu ancak karmaşık bir ilişki portresi çizerler. Bazı zamanlar aralarındaki sevgi-nefret ilişkisi, Sidney Lumet’in “Şeytan Duymadan Önce” sindeki Ethan Hawke ve Philip Seymour Hoffman’ın canlandırdığı kardeşlerinkini anımsatır.  “Hell or High Water” izleyenleri kesintisiz bir suç ve adrenalin akışına sevkeder; ve hikayedeki   bütün baş döndürücü aksiyon unsurlarını sonuna kadar kullanır. Film, doğrunun ne olduğunun zar zor anlaşılabildiği anlarda bile her zaman ‘doğru’ tarafta olduğu izlenimini verir.     

Yazar: Zeynep Şenel Gencer

Makale aslen Farazi Dergi de yayınlanmıştır.


Yorumlar

Popüler Yayınlar