Aşkın dayanılmaz faniliği
Damien Chazelle’in yeni filmi La La Land, aşkın dört mevsiminin sıradışı tatlarıyla cezbediyor, akılları çelip başka diyarlara sürüklüyor izleyenleri. 2015’de Oscar alan Whiplash’ın Harvard mezunu yönetmeni Chazelle, Venedik Film Festivali’nde yarattığı fırtınayı vizyona taşımayı başarmış görünüyor. Klasik müzikallere saygı duruşunda bulunan film, posterdeki enerjisini ve rüyaların peşinde koşmanın iyimserliğini ekrana yansıtmakta yadsınamaz bir kararlılık gösteriyor. Büyük bir cesaretle, adeta Singing in the Rain(1952), Herkes Seni Seviyorum Der(1996) ve Alan Parker’ın Şöhret(1980)’i gibi kült yapımlar arasında bir yer edinmeye çalışıyor.
Başlangıçta bir Broadway adaptasyonu izlenimi veren yapım, sade anlatımla ve müthiş performanslarla ilerleyen hikaye canlandıkça çok daha dokunaklı hale geliyor. Evet, Ryan Gosling’in alaylı kaçışlarının veya Emma Stone’un zeka ve nüktelilikle parlayan gözlerinin aşkın acısını gizlemek için bir kılıf olduğunu anlamamız uzun sürüyor; ama nihayetinde Chazelle’in bizleri ipekten halatlarla ikili ilişkilerin labirentlerine çekmesine daha fazla direnemiyoruz.
İki aşık, trafik keşmekeşinin içinde kazara tanışıyorlar. Mia(Stone) aktrist olmak isteyen genç bir oyuncu ve beklerken o gün gireceği denemeler için bir oyundaki replikler üzerinden geçiyor. Fakat dikkatinin elindeki notlara yoğunlaşmasıyla arabaların hareket etmeye başladığını fark edemiyor; arkasındaki arabanın sabırsız şoförü alaylı, maço bir tavırla kaşlarını çatarak direksiyon kırıyor. Bu bir piyanist ve caz yazarı Seb’in ta kendisi; şehirde pasaklı bir apartman dairesinde yaşıyor.
Seb, Whiplash’deki Mr Fletcher (J.K. Simmons) ‘ı biraz da olsun andırıyor; o da sadelikten yana, uzlaşmaz, tanınması ve sevmesi zor biri. Yalnız ve mutsuz, öfkeli kız kardeşine söylediği gibi hayat ve kaderle bir boks mücadelesi içinde olan, onların kendisini döverken yorulmasını bekleyen ve sonrasında saldırıya geçmeyi planlayan bir karakter. Fon müziği yerine doğaçlama caz ezgileri çaldığı için çalıştığı restaurantdan kovuluyor; utanç verici şekilde 80’lerin repertuvarına takılmış bir grupta çalmak zorunda kalıyor; grubun çalıştığı bir partide ise yine Mia ile karşılaşıyor. Yönetmenin bu tatlı tesadüfü, aynı Whiplash(2014)’deki kaza yada Piyano’(2013)daki notun görüldüğü an gibi kadere bağladığını söylememiz gerekir. Chazelle’in bütün filmlerinde olduğu gibi bu filmde de olayların akışını belirleyen, görünmez ancak niyeti belirsiz, ilahi mi kötücül mü olduğuna dair ipucu verilmeyen ancak her halükarda gökten inme bir güçtür.
Kış yerini bahara bırakıyor ve sonra yaz geliyor, ve ikilinin ilişkisi de ilerlemeye başlıyor: Mia Seb’i hayalini kurduğu caz kulübünü açmak için bir yol bulmaya teşvik ediyor. O da eski bir “ düşmanının” caz-rock grubunda geçici bir iş buluyor. Kişisel çıkarları için prensiplerini bir kenara bıraktığı düşüncesinden sıyrılmaya çalışan Seb, Mia’yı kendi tek kişilik oyununu yazması için cesaretlendirmeye çalışıyor. Fakat kısa süre sonra yarattıkları bu küçük cennete sorunlar baş gösteriyor: ikili, başarı ve kariyer planlarının aralarına gireceğini fark ediyor. Seb’in Mia için sürpriz bir yemek organize ettiği zekice kotarılmış bir sahnede, hayatlarının nasıl başarıya doğru ilerlediğine dair acı verici bir tartışmaya girişiyorlar. Belki kopmayla birlikte asıl hikaye de bu noktada başlıyor.
İnişli çıkışlı kariyer yolculuğu boyunca film, kâh “ Bir Yıldız Doğuyor”’un (1955) fırtınalı çalkantısını kâh Cherbourg Şemsiyeleri(1964)’deki şüphe ve bağlantısızlığı yansıtıyor. Şüphesiz ki, Chazelle, klasik Hollywood’un aşk tasavvurunu ruhani mükemmeliyetle taçlandıran bir müzikale imza atmak istemiş. Fakat aynı zamanda, yabancılaşma çağına göndermeler yapan ve eski samimiyetlerin içinin boşaltıldığını vurgulayan bir modern çağ masalı, 21. yy a ait bir “Aşk Hikayesi”(1970) yaratma derdine de düşmüş. Moulin Rouge(2001) yada Chicago(2002) gibi filmlerde de müzikalle dram türünü birleştiren bu gibi bir tavır görmüştük. Ancak, yönetmenin peşine düştüğü duygusal karmaşa göz önüne alındığında seçtiği bu tarz, planlananı yansıtmada çok da başarılı görünmüyor. La la Land’de çok fazla karamsar solo ve düetler var. Büyük ölçekli bir müzikal olmak istiyor gibi; doğrusunu söylemek gerekirse filmin ilk yarısında verilen izlenim de bu yönde. Chazelle anlattığı hikayenin acı gerçeğine sadık kalıyor, ama bir yandan da izleyenlerin daha mükemmel bir açılış beklentisini tatmin etmede yetersiz kalıyor. La La Land bir şaheser değil(olmakta çok iddialı olsa bile). Ancak, duyguyla dolu, ateşli, tutkulu bir gezinti gibi, fakat aynı zamanda, zarifçe kontrollü doğası bu yürüyüşün gerçek amacının ortaya çıkmasını engelliyor. Bir melankoli denizinde yüzerek başlıyor, seyirciyi eski klasik filmlerin çoşkusuyla kucaklıyor ve yine de sanki dilimizde acı ve umutsuz bir tat bırakan bir Bob Dylan mısrası gibi yarım kalmayı başarıyor(!)
Başlangıçta bir Broadway adaptasyonu izlenimi veren yapım, sade anlatımla ve müthiş performanslarla ilerleyen hikaye canlandıkça çok daha dokunaklı hale geliyor. Evet, Ryan Gosling’in alaylı kaçışlarının veya Emma Stone’un zeka ve nüktelilikle parlayan gözlerinin aşkın acısını gizlemek için bir kılıf olduğunu anlamamız uzun sürüyor; ama nihayetinde Chazelle’in bizleri ipekten halatlarla ikili ilişkilerin labirentlerine çekmesine daha fazla direnemiyoruz.
İki aşık, trafik keşmekeşinin içinde kazara tanışıyorlar. Mia(Stone) aktrist olmak isteyen genç bir oyuncu ve beklerken o gün gireceği denemeler için bir oyundaki replikler üzerinden geçiyor. Fakat dikkatinin elindeki notlara yoğunlaşmasıyla arabaların hareket etmeye başladığını fark edemiyor; arkasındaki arabanın sabırsız şoförü alaylı, maço bir tavırla kaşlarını çatarak direksiyon kırıyor. Bu bir piyanist ve caz yazarı Seb’in ta kendisi; şehirde pasaklı bir apartman dairesinde yaşıyor.
Seb, Whiplash’deki Mr Fletcher (J.K. Simmons) ‘ı biraz da olsun andırıyor; o da sadelikten yana, uzlaşmaz, tanınması ve sevmesi zor biri. Yalnız ve mutsuz, öfkeli kız kardeşine söylediği gibi hayat ve kaderle bir boks mücadelesi içinde olan, onların kendisini döverken yorulmasını bekleyen ve sonrasında saldırıya geçmeyi planlayan bir karakter. Fon müziği yerine doğaçlama caz ezgileri çaldığı için çalıştığı restaurantdan kovuluyor; utanç verici şekilde 80’lerin repertuvarına takılmış bir grupta çalmak zorunda kalıyor; grubun çalıştığı bir partide ise yine Mia ile karşılaşıyor. Yönetmenin bu tatlı tesadüfü, aynı Whiplash(2014)’deki kaza yada Piyano’(2013)daki notun görüldüğü an gibi kadere bağladığını söylememiz gerekir. Chazelle’in bütün filmlerinde olduğu gibi bu filmde de olayların akışını belirleyen, görünmez ancak niyeti belirsiz, ilahi mi kötücül mü olduğuna dair ipucu verilmeyen ancak her halükarda gökten inme bir güçtür.
Kış yerini bahara bırakıyor ve sonra yaz geliyor, ve ikilinin ilişkisi de ilerlemeye başlıyor: Mia Seb’i hayalini kurduğu caz kulübünü açmak için bir yol bulmaya teşvik ediyor. O da eski bir “ düşmanının” caz-rock grubunda geçici bir iş buluyor. Kişisel çıkarları için prensiplerini bir kenara bıraktığı düşüncesinden sıyrılmaya çalışan Seb, Mia’yı kendi tek kişilik oyununu yazması için cesaretlendirmeye çalışıyor. Fakat kısa süre sonra yarattıkları bu küçük cennete sorunlar baş gösteriyor: ikili, başarı ve kariyer planlarının aralarına gireceğini fark ediyor. Seb’in Mia için sürpriz bir yemek organize ettiği zekice kotarılmış bir sahnede, hayatlarının nasıl başarıya doğru ilerlediğine dair acı verici bir tartışmaya girişiyorlar. Belki kopmayla birlikte asıl hikaye de bu noktada başlıyor.
İnişli çıkışlı kariyer yolculuğu boyunca film, kâh “ Bir Yıldız Doğuyor”’un (1955) fırtınalı çalkantısını kâh Cherbourg Şemsiyeleri(1964)’deki şüphe ve bağlantısızlığı yansıtıyor. Şüphesiz ki, Chazelle, klasik Hollywood’un aşk tasavvurunu ruhani mükemmeliyetle taçlandıran bir müzikale imza atmak istemiş. Fakat aynı zamanda, yabancılaşma çağına göndermeler yapan ve eski samimiyetlerin içinin boşaltıldığını vurgulayan bir modern çağ masalı, 21. yy a ait bir “Aşk Hikayesi”(1970) yaratma derdine de düşmüş. Moulin Rouge(2001) yada Chicago(2002) gibi filmlerde de müzikalle dram türünü birleştiren bu gibi bir tavır görmüştük. Ancak, yönetmenin peşine düştüğü duygusal karmaşa göz önüne alındığında seçtiği bu tarz, planlananı yansıtmada çok da başarılı görünmüyor. La la Land’de çok fazla karamsar solo ve düetler var. Büyük ölçekli bir müzikal olmak istiyor gibi; doğrusunu söylemek gerekirse filmin ilk yarısında verilen izlenim de bu yönde. Chazelle anlattığı hikayenin acı gerçeğine sadık kalıyor, ama bir yandan da izleyenlerin daha mükemmel bir açılış beklentisini tatmin etmede yetersiz kalıyor. La La Land bir şaheser değil(olmakta çok iddialı olsa bile). Ancak, duyguyla dolu, ateşli, tutkulu bir gezinti gibi, fakat aynı zamanda, zarifçe kontrollü doğası bu yürüyüşün gerçek amacının ortaya çıkmasını engelliyor. Bir melankoli denizinde yüzerek başlıyor, seyirciyi eski klasik filmlerin çoşkusuyla kucaklıyor ve yine de sanki dilimizde acı ve umutsuz bir tat bırakan bir Bob Dylan mısrası gibi yarım kalmayı başarıyor(!)
Yorumlar
Yorum Gönder