Aşk'tan söz ederken

"Aşktan söz ederken neden söz ederiz aslında?". Kelimeler zihninize hücum ederken düşünün sadece, kamyonun biri arabanıza çarpıyor. Ters dönmüş arabanızdan sürünerek çıkıyorsunuz. Kan revan içindesiniz. Belki beyin kanamanız var, ya da travma geçiriyorsunuz. Bu durumdayken bile, tek düşünebildiğiniz, sizi taciz eden, fiziksel ve ruhsal şiddet uygulayan, sizi aşağılayan orkestra şefine rağmen o konsere gidip, o sahneye çıktıktan sonra hayatınızın performansını sergilemek. Ya da bir zamanlar ünlü olup gözden düşmüş bir aktörsünüz ve her şeyinizi koyduğunuz oyununuzu izlemeye bile tenezzül etmeyen kendini bilmez bir eleştirmen, yeniden yapılandırmaya çalıştığınız kariyerinizi mahvedeceğini söylüyor. Siz de, çıplak, keskin ve hatta son derece rahatsız edici şekilde gerçekçi olmayı istediğinizden, koltukları doldurup dehşetle sizi izleyen 800 kişinin önünde kafanıza gerçek ve dolu bir tabanca dayıyorsunuz. Ve neredeyse intihar ediyorsunuz. Ya da şizofren, manik-depresif, silik kişilikli, zayıf bir balerinsiniz. Başrolü kapmak için yönetmeniniz, rakipleriniz, aileniz ve hatta kendinizle kıyasıya bir mücadeleye girişiyorsunuz. O role bürünmek bir yana, o olmak için kendinizden ödün verdiğiniz de oluyor. Sonunda, daha güçlü ve sapkın kişiliğinizin tezahür ettiği karanlık bir anda, karnınıza bir cam parçası saplayıp, naif yanınızı öldürüyorsunuz. Ölümüne kan kaybederken sanatınızın doruklarında uçuyorsunuz. Antropolog Helen Fisher, sosyal medyada yayınlanan bir konuşmasında şunları söylemişti: " Aşık insanlarda beynin merkezine yakın ventral tegmentum adı verilen küçük bir bölgede etkinlik tespit ettik. Buradaki hücreler dopamin üretip beynin birçok bölgesine iletir. Dopamin doğal bir uyarıcıdır. Aslında bu bölge, beynin mükâfat sistemidir. Kavramsal düşünme sürecinin çok altındadır. Duygularınızın altındadır. Beynin sürüngensi adını verdiğimiz bölümünün bir parçasıdır.Bu bölgenin istekle, motivasyonla, konsantrasyonla ve arzuyla ilgisi vardır.  Beyindeki istek, motivasyon, arzu, konsantrasyon için olan mükâfat sistemi istediğimizi elde edemeyince daha da aktifleşir. Mükâfat sistemi çalışır, ve son derece enerjik, konsantre, motive ve herşeyi riske etmeye hazır hissedersiniz. " Hayata dair tutkularımız da aynı aşk gibidir. İdeallerimizi ya da isteklerimizi gerçekleştirmek, bize güçlü ve mutlu hissettirir. Ve bir kez bir zafer kazandığımızda, o duyguyu yeniden yaşamak için önümüze çıkan her engeli ezip geçmek isteriz. Buradaki asıl sorunun " Hayatta en çok istediğiniz şey nedir?" olduğunu düşünüp de yanılmayın. Asıl soru: " İstediğinizi elde etmek için ne kadar ileri gidebilirsiniz?"dir. Sanat tarihine baktığımızda, her sanatçının farklı bir esin kaynağı olduğunu düşünürüz. Öyledir de.  Ancak, sanatın bireysel bir etkinlik olmaktan çıkıp sergilenmesi hususunda, tam bir paralellik söz konusudur. Her insan, iz bırakmak, hatırlanmak, kısacası öldükten sonra da yaşamak ister. Aşık olmamızın, çocuk yapmamızın, bir şeyler üretmeye çalışmamızın sebebi her zaman yer edinme tutkusudur. Bu yüzden, derimizin altında ruhumuza işleyen her türlü materyali can hıraş kullanarak, acı çekmek, yok olmak, hırpalanmak, yaralanmak, ölmek ya da yaşamak nedir bilmeden hedefimize doğru koşarız. Hayatın çirkin yanlarından, utancımızdan, yokluktan, mutsuzluğumuzdan bile beslenebiliriz. Hemingway'in, Anne Rice'ın, Shubert'in, Ray Charles'ın yaptığı gibi acımızın üzerinde yükselip içimizdeki fırtınaya bambaşka bir şekil verebiliriz. Bu yazıda, tam da bu insani tutkuları didikleyen, ilkel yanımızla süper egomuzun birbirine karıştığı noktalara değinen iki sıra dışı filmi ele alacağız. Ravel'in Bolero'sundaki gibi usulca başlayıp gürlemeye dönüşen bir bateri sesiyle açılıyor film. Henüz kendisine ait görüntünün ekrana teşrif etmediği bu sesi dinleyip, gözlerinizi daha da açarak, o sesin kaynağını arıyorsunuz.  Ve nihayet gözleriniz görüntüye kavuştuğunda, dipsiz bir kuyu gibi görünen uzunca bir koridorun en sonunda, baterisi ve bagetleriyle dikilen birini görüyorsunuz. Ödüllü yönetmen Damien Chazelle'in sıradışı filmi Whiplash, adını kamçı şaklaması, sürekli kafa sallamaktan dolayı oluşan yaralanma gibi konuyla pek de alakasız görünen şeylerden alıyor.   Miles Teller 'ın canlandırdığı 19 yaşındaki Andrew'le Juilliard havasındaki Shaffer konservatuarında tanışıyoruz. Saman alevi gibi parlayan yıkıcı öfkesiyle herkesi hazırola geçiren Terrence Fletcher'ı(J.K.Simmons) etkilemeye çalışıyor. Terrence, orkestrasındaki dikkatle seçtiği müzisyenleri, ünlü caz sanatçısı Hank Levy nin şarkısını  "en mükemmel" şekilde çalmaları için zorluyor. Tabii bu arada gruba yeni katılan acemi Andrew'i hayli hırpalıyor. "Tam olarak benim tempom değil" gibi nazik bir cümleyle başlayan eleştiriler, korkutucu birer tehdite dönüşüyor. Bir noktadan sonra, öğrenci ve öğretmen arasındaki  bu sadomazoşist irade savaşının tamamen raydan çıkarak, yerini işkence yapan, aşağılayan, zorlayıcı bir sürece bıraktığını görüyoruz. Bütün bu istismarın arkasından, Charlie Parker'ın sürekli tekrarlanan hikayesi gün yüzüne çıkıyor. Parker, William  Basie'nin davulcusu Jo Jones tempoyu tutturamadığı için kendisine zil fırlatınca birden tabir-i caizse, eşek gibi çalışmaya başlamış. Tabii bu hikayenin gerçekliği hayli şaibeli. Ancak verilen mesaj çok tanıdık:  "Mükemmel sanat sadece müthiş acılardan ve müthiş korkulardan doğar. " "İngilizcede iyi iş çıkardın  cümlesinden daha zararlı başka bir deyiş yoktur." diyor Fletcher.  Tüm bu zorbalık kendi kişisel başarısızlığından mı kaynaklanıyor bilinmez. Ancak, Chazelle'in Piyano(2013) da kullandığı temayı tekrarladığını söyleyebiliriz. Bilindiği üzere bu filmde, sahne korkusu yaşayan bir müzisyen üzerinde " yanlış bir nota çal ve ölürsün" yazan bir not buluyordu. Whiplash de de tempo, hayat memat meselesine dönüşüyor. J.K. Simmons, kaslı kolları, dengeli parmakları, mahzun bakan gözleri ve bıçak gibi  keskin diliyle şeytani bir imaj yaratıyor.  Teller da, sanatı için kanının akmasına aldırmayan toy bir müzisyen olduğuna ve en zehir saçan mentorun bile görmezden gelemeyeceği işlenmemiş bir yetenekle parladığına inandırıyor seyirciyi. Chazelle'in dehası, doğaçlama davul solosunu, gergin, sürükleyici bir dramatik öğeye dönüştürmesinde yatıyor. Hikaye, alaylı bir edayla trafik kazasına  odaklandığında, bunun hem gerçek anlamda hem de bir metafor olarak kullanıldığını anlıyoruz. Bu durum, filme heyecan verici, izlenimci bir enerji aşılıyor. Bizler de bu ısrarcı ritme kendimizi kaptırıp ekrana kilitleniyoruz.     Bir süre sonra da, naif, sessiz, kırılgan ve kibar Andrew'un nasıl oluyor da mazoşist bir hırs küpüne dönüştüğünü anlamaya çalışıyoruz. Fletcher'ın yaydığı huzursuz elektrik, genç bateristin zıvanadan çıkarak her şeyi yakıp yıkmasına sebep oluyor. Ancak, Parker hikayesinin iç yüzü ortaya çıktığında, öğrenciyle öğretmen arasında tuhaf bir eşitliğin sağlandığını görüyoruz. Parker'ın Fletcher yüzünden intihar etmiş olması, baş kahramanın da aynı tehlikeli yolda ilerlediğinin kanıtı. Ancak, "ölümsüz" olma aşkıyla yanıp tutuşan Andrew, sanatın verdiği tatmin duygusundan vaz geçemiyor. Bu noktada " Hamdım, yandım, piştim” sözü duruma çok uygun geliyor. Ve sanata/arzunun hedefine  duyulan tutkunun Nirvana'ya, Tanrı'ya  ya da beynin hormonal ihtiyaçlarına ulaşmak gibi çok daha karmaşık bir amaca hizmet ettiğini anlıyoruz. Finalde, Fletcher'ın yeni iş teklifini kabul ederek, bir kez daha baterinin başına geçiyor genç adam. Ve sonsuzluk gibi gelen solosu boyunca zihnini huşuyla o vecd anına teslim ediyor. Bir an tüm sesler susuyor, dünya duruyor, Tanrı parmağını uzatıp aynı Adem'e yaptığı gibi dokunuyor ona, o artık cennetin bir katında sanki, herşey mükemmel ve Andrew, bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiyle, kan ter içinde, hala çalıyor. Bu yazıda sözetmek niyetinde olduğum bir diğer film  Alejandro González Iñárritu'nun Atmaca(Birdman-2014)'sı. Atmaca ( yada Cahilliğin Umulmadık Erdemi), hasılat rekortmeni eski bir aktörün ( Riggan Thomson-Michael Keaton) 1990'larda başrol oynadığı çizgi roman uyarlamasından sonra gözden düşmesini anlatıyor. 20 yıl sonra, Thomson artık Hollywood'un arananları arasında değildir. Beş parasız, boşanmış, kızından uzaklaşmış , hayranlarınca unutulmuştur. Ancak, Thomson henüz işinin bitmediğini ispatlamak istemektedir. Yazmak, yönetmek ve Raymond Carver'ın " Aşktan bahsederken aslında neden bahsederiz" adlı hikayesinden esinlenen bir Broadway şovunda başrol oynamak fırsatı doğunca, hiç düşünmeden kabul eder.   Riggan, oyunculardan birinin kaza geçirmesi nedeniyle, eleştirmenlerden övgü toplayan Mike Shiner(Edward Norton)'la anlaşır. Mike'ın dürüstlüğünden ve oyunculuk metodlarından etkilenen Thomson, bu acayip tiyatrocunun oyunun ilk gösterimi için biçilmiş kaftan olduğunu düşünür. Ancak, Mike, ilk gösteride sahnede olay çıkarınca, kendinden şüphe etmeye ve korkmaya başlar. Kendi yeteneğinden, insan ilişkilerinden, kariyer seçimlerinden  emin olamaz  ve " seyiciler beni tekrar sevecekler mi?" diye düşünmeye başlar kara kara.   21 Gram ve Babil filmleriyle tanınan Iñárritu(ihnyareetoo), bu filminde popüler çizgi roman trendinden yola çıkarak hayli düşündürücü bir kara komediye imza atıyor. Zalim ve vefasız dünyamızın hiç de mükemmel olmayan insanlarının dalgaları aşıp gemiyi limana ulaştırma mücadelesini anlatıyor. Tabii bu arada, gayet ironik bir şekilde " Hayat karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana ulaştırıp ulaştıramadığınla ilgilenir." deyişini de haklı çıkarıyor adeta.  Atmaca, muhteşem performansları, hipnotize eden sinematografisi, insanı düşünmeye zorlayan teması ile hem Carver'ın hikayesiyle hem de popüler kültürle oynuyor, ortaya katı gerçeklikten damıtılmış yarı sürreal bir öykü çıkarıyor. Keaton 'ın gaga ve zırhlı kanatlarla uçmaya başladığı anlar etkileyici görünmeyebilir;  ancak aktörün gerçek hayatta da, yine bir çizgi roman uyarlaması olan ve ismen Birdman'i andıran  ilk Batman(1989) filminde oynadığını hatırlarsak, yönetmenin Keaton'la  Riggan 'ı ne yönden bağdaştırdığını daha iyi anlayabiliriz: Filmde afişlerini sıklıkla gördüğümüz Birdman'in,  Iñárritu 'nun filminin kendisine ve Marvel evrenine  yapılan bir atıf olduğunu zaten biliyoruz. Fakat aynı zamanda, Keaton'ın yarasa adam kostümünü de anımsıyoruz; tabii gerçekte, hikayenin daha kişisel mevzulara; sorunlu ilişkilere, sanatsal bütünlüğe, Hollywood 'a karşın Broadway sorunsalına ve aşkın gerçekçi bir tanımına odaklandığını söyleyebiliriz. Atmaca, bir baba, eş, sevgili, iş ortağı ve aktör hakkında; kesinlikle gerçeküstü bir süper kahramana eğilmiyor. Atmaca, aktif bir anlatı noktası olmaktan çok, Thomson'ın geçmişinden bir gölge. Ve bu imge, kahramanın yakasını asla bırakmıyor. Sesli düşündüğü anlarda bile kafasının içinde konuşmaya devam ediyor. Thomson ve Atmaca arasındaki etkileşim, risk almayı ve reddedilmeyi içeren sıradışı bir yolculuk vaat ediyor. Kahraman,kimi zaman kişisel ihtiraslarının yumuşacık kucağındaki sinsi tuzağa düşecek gibi oluyor. Ancak, bütün bunları sanatını icra etme yönündeki açıkyürekli  girişimlerle ekarte ettiğini söyleyebiliriz.   Iñárritu, bu fikirleri sadece diyalogla kurcalamıyor; aynı zamanda Broadway sahnesini iddialı biçimde betimliyor, binanın her metrekaresini  tüm Atmaca filmlerinin bütün bir sahneyi kaplayan tek bir plandan ibaret olduğu izlenimi vermek için kullanıyor. Ana oyuncular, inanılmaz şekilde güçlü, her biri kendi hilesini göstermek için özel bir an yakalıyor.   Keaton, bu frekans uyumunu, şüpheye yer bırakmayacak şekilde inandırıcı ve aynı zamanda eski süper kahraman bir aktör olarak kendi deneyimini daha da ilginç kılan bir performansla taçlandırıyor. Kariyerinin bilincinde olmamız sadece şaşırtıcı bir alt metin geliştirmekle kalmıyor; aynı zamanda aktörün Thomson olarak sinemaya dönüşünün samimiliğine ve yeteneğine temel oluşturduğunun da altını çiziyor. Benzer şekilde, Yeşil Dev(2008) de bir süperkahramanı canlandıran Edward Norton ve İnanılmaz Örümcek Adam(2014) da yine bir süper kahraman rolünde gördüğümüz Emma Stone da zengin ve karmaşık karakterlerin ustalıkla çözülmesini sağlıyorlar. Rekabet içindeki egoların klasik hikayesinde Norton'un canlandırdığı Mike Shiner sığ ve ruhsuz bir karikatür gibi görünebilirdi; ancak yönetmen ve oyuncu bu karakteri yarı çatlak, yarı bilge göstermeyi her nasılsa başarıyor. Shiner, başarılı bir tiyatrocu. Ancak, oynadığı karakterleri somutlaştırmak onun için kendi derisinin altındaki gerçek benliğini ortaya koymaktan daha kolay. Thomson'ın ihtirasının kırmızıya odaklanmış bir boğa gibi saldırıya geçtiği an,hiç kuşkusuz ilk oyununun finali.  O dakika, ya devleşecek, ya da yokolacak. Başka bir seçeneği yok. O da elinde kalan ne varsa ortaya koyuyor. Silahın dolu olduğunu görüp yine de kafasına dayayacağını tahmin etseniz de, kahramanın hırsının yarattığı şok son ana kadar sürüyor. Evet, Riggan sonunda istediğine kavuşuyor. Ve bütün bedelleri ödediğini bilerek güvenle bırakıyor kendini başarısının kollarına. Bununla birlikte, filmin deneysel stili, sanat, aile, güç, popülerlik  ve prestij arasındaki farka dair kısa ve etkili cümleler kuruyor: " Aşktan bahsederken neden bahsederiz aslında?"   Bir zamanların ünlü dizisi "Şöhret" in, o yıllarda hepimizin diline dolanan bir şarkısı vardı ; hatırlar mısınız? Şöyle diyordu:  " Kim olduğumu bilmiyor musun? Adımı hatırla/ Sonsuza dek yaşayacağım/  Nasıl uçulacağını öğreneceğim/ İnsanlar beni görüp ağlayacaklar/ Cennete kadar gideceğim/ Gökyüzünü alev gibi aydınlatacağım."  Bu sözlerdeki ihtirası sadece ünlü olma isteğiyle açıklamak mümkün müdür sizce? Ya da Andrew un kanayan, yara içinde kalan, nasır tutan parmaklarına rağmen deliler gibi çalışmasını, hayatta ne istediğini  bilmeyen  kız arkadaşı da dahil her şeyi hiçe saymasını veyahut Riggan ın yeniden alkışların odağı olmak için ölüme davetiye çıkarmasını  izah edebilir mi tüm bunlar?  Nina'yı(Siyah Kuğu -2010), Josephine'i  (Kabuktaki Çatlaklar- 2011), Andrew'u , Riggan'ı ve daha nicelerini şekillendiren yıkıcı bir tutkuyu yalnızca popülariteye duyulan açlıkla tanımlamak doğru olur mu? Bütün bunlar size çok uzak gelebilir. İdealler, arzular,ihtiras için kendinizi parçalamayı saçma buluyor olabilirsiniz. Hatta hayattaki tek tutkum, emekli olduğumda güneye yerleşmek dediğinizi duyar gibiyim. Ama durun. Önyargılı olmayın. Herkesin bir Kutsal Kase'si vardır. Belki de yalnızca kendinizinkini bulmayı bekliyorsunuz… Kaynakça Fisher, Helen. Anatomy of Love: A Natural History of Mating, Marriage, and Why We Stray. Ballantine Books.1994. Bayles, David; Orland Ted. Art & Fear: Observations On the Perils (and Rewards) of Artmaking. Image Continuum Press. 2001. Pressfield, Steven. The War of Art: Break Through the Blocks and Win Your Inner Creative Battles. Warner Books.2003. May, Rollo. The Courage to Create,1994.    

Yorumlar

Popüler Yayınlar