Franklin: Kayıp Ruhların İzinde

Bir “Film-Noir”(Kara Film) dan fırlamışçasına kasvetli, karanlık, gotik bir atmosfer, rahatsız edici derecede ağır ve gizemli bir kurgu, soluk renklerin hâkim olduğu neredeyse fantastik bir anlatım… Yönetmen Gerald Mc Morrow, seyirciyi gerçeklik illüzyonunu bozan kamera açıları, bir dünyadan ötekine atlayan sarhoş edici bir paralel-kurgu, her an film izlediğini hatırlatacak video görüntüleri, çekim ekipmanları ve bölünmüş bir hikâyeyle karşılıyor.

Efsanevi yönetmen Hitchcock’un "kendi filmlerinde görünmeleriyle” başlattığı" self-consciousness”(farkındalık) yaratma akımı günümüzde David Lynch, Francis Lawrence, David Fincher, Quentin Tarantino gibi yeni nesil yönetmenlerin oldukça sık başvurdukları bir yöntem haline geldi.

Franklyn video görüntülerinin kullanımı açısından seyircinin gerçeklikle bağlantısını koparmaya yönelmiş gibi görünse de hikâye içinde motivasyon yaratmış olması farklı bir ikilem oluşmasına neden oluyor. Seyirci kuşkusuz bunca üstüne basma ile film izlediğini hatırlayacak ve sinema koltuğunda kıpırdanıp suyundan içecek ya da patlamış mısırından bir parça alacaktır. Ancak, filmin şiirsel derecede naif ve kahramanların bakış açısıyla sınırladığı anlatımı, sadelikle anlattığı öyküyü sıradan olmaktan çıkarıp fantastik bir boyuta taşıyor.

Batman filmine atıfta bulunan, hem konu, hem kurgu hem de dekor açısından “Biopunk Science Fiction” (Gotik Bilim-Kurgu ) türüne yaklaşan bu film, bir anlamda “Gattaca”(Andrew Niccol,1997) ve “Metropolis” (Rintaro 2001) gibi filmleri de anımsatıyor. Bu filmlerde de aynı David (Jonathan Preest) karakterinin dünyası gibi, karanlık ve gücün bir noktada toplandığı totaliter otoriteler anlatılıyordu. Bu filmin farkı, aslında yaratılan bu dünyanın bir anlamda ancak Freud’un psikanaliz’inin açıklayabileceği "Baba figürüne(otoriteye) duyulan nefret" ya da bir anlamda kısmi olarak otorite figürüyle bağdaştırılmış olduğundan “Tanrı’ya duyulan nefret” ile ortaya çıkmış olmasıdır.


Sıra dışı Karakterler

David, Milo, Emilia, Peter Esser karakterlerinin hepsi bir arayış içinde ruhlarını ve hayatlarının amacını kaybetmiş, “iyileşmeye”(tedavi-edilmeye) ihtiyacı olan yalnız insanlardır. David, “Meanwhile” (Bu sırada, Arada) şehrinde bir dedektiftir.“Duplex Ride” (İkili Hüküm) dininin lideri “Individual” (Birey-Şahıs) adlı bir kişinin peşine düşer. Onun Sarah adlı 11 yaşındaki bir kızı öldürdüğüne inanmaktadır. Milo, evlenmek üzereyken nişanlısı tarafından terk edilen sanrılar gören bir gençtir.6 yaşında babası öldüğünden beri Sally adında hayali bir arkadaşı vardır. Nişanlısı terk edince sanrıları tekrar görmeye başlamıştır. Peter Esser, David’in oldukça sofu olan babasıdır. Irak’ta savaşırken akli dengesini kaybeden ve eve döndüğünde küçük kız kardeşinin öldürüldüğünü öğrenen David, bu durumdan babasını sorumlu tutmaktadır. Emilia Briant, başarısız projeler çeken bir yönetmendir. Annesine babasını terk ettiği için kızgın olduğundan her ay intihar etmektedir.

David’in ve diğer karakterlerin kızgınlığı asıl olarak “otorite figürlerine“ bağlıdır. Filmin başında David’e ait iç ses, “Kaybolduğunuzda inanmak istersiniz. Bu şehirdeki her din, bu ya da öbür dünyada bir hayat vaat eder. Onlara inancınızla ödeme yaparsınız. Ve kutlama yerine dua edersiniz.” Diyerek aslında babasının “ kaderciliğine” ve kabullenişine duyduğu öfkeyi ve de anlatmış oluyor.


Tanrı ve Gerçeklik

Kadraja sıkışmış kahramanlar, kendi kamera görüntüsüyle konuşan bir kadın, birkaç iç sesin anlattığı karmaşık ruh dünyalarıyla dolu bu film, seyirciyi oldukça zorlayabilir. Özellikle baş figür olarak kabul edilebilecek David'den başlayarak bütün karakterlerin yaşama olan tavırlarını yansıtan film, Dostoyevski’nin ünlü “Karamaz ov Kardeşler” romanında da dile getirilen “Bir Tanrı kötülüğü durdurmak istiyor ama yapamıyorsa gücünün limitleri vardır. Yapabiliyor ama durdurmuyorsa o zaman kötü niyetlidir. Hem yapabiliyor hem de istemiyorsa neden ona Tanrı diyelim?” yaklaşımını da tekrarlamış. Asıl soru ise şu” İyi insanlara neden kötü şeyler oluyor?”

Kader, inanç, Tanrı, din gibi kavramları insanların yarattığı ve hayatı kaderin ya da Tanrı’nın değil insan özgür iradesinin ve bakış açısının yönlendirdiği düşüncesini ortaya atan film, Londra sokaklarında tüm karakterlerin kaderinin belirlendiği yağmurlu, bol gölgeli, sisli ve gizemli bir gecede bitiyor. Londra’nın gotik mimarisi, şehrin modern yanı ve zaman yolculuğundaymış izlenimi veren kurgusuyla film, ağır da olsa kendini anlatmayı başarmış.

Filmin ilk yarısında kullanılan “Kalite orjinallikten gelir.” sözü sanırız yönetmenin de kuralı olmuş. İlk yarısı seyirciyi merakta bırakarak biraz bıktırmış olsa da filmin ikinci yarısında nasıl bir dehayla örüldüğünü görüyor ve hayran kalıyorsunuz.
















Yorumlar

Popüler Yayınlar