Kan donduran insanlık öyküleri

Buz Prenses, 2002 yılında, dünya çapında, özellikle Fransa ve İspanya’da ve tabii ki kendi ülkesi İsveç’te büyük yankı uyandıran Camilla Läckberg’in ilk kitabı. Yazar’ın doğduğu Fjällbacka’da geçen yedi suç hikayesinin ilki olan Buz Prenses, Alman edebiyat dünyasınca “Schwedenkrimi” (İsveç suç romanları) olarak adlandırılan ve kıtada Peter Høeg, Stieg Larsson, Henning Mankell gibi isimlerin öncülüğünü yaptığı  türün en yeni ürünlerinden biri. Kitap, tüm dünyada 33 dilde yayınlandığı ve 2006’da yılın en iyi yazarı dahil olmak üzere birçok ödüle layık görüldüğü halde Türkçe’ye yeni çevrilebildi.
Kitabın konusu kısaca şöyle: Ailesinin ölümünden sonra doğduğu küçük balıkçı kasabasına gelip bir çocukluk arkadaşının ölümüyle sarsılan Erica Falck, kendisini sırlarla dolu bir cinayeti araştırırken bulur. Buzun ve karın üzerini kapadığı sırlar açığa çıktıkça Erica, çocukluğunun geçtiği bu yerde kimseyi gerçekten tanımadığını ve hiçbir şeyin göründüğü kadar sıradan olmadığını görür. Erica karakteri, ne Agatha Christie ne de Sherlock Holmes gibi keskin bir zeka ve kararlılıkla delil toplamaya girişmiyor. Sadece esrarengiz şekilde kendisinden kopan arkadaşı Alex’in hayatın çetrefilli yollarında dönüştüğü kadının izini sürerek bir zamanlar et ve tırnak gibi yakın olduğu insanın yasını tutmaya çalışıyor.
Erica, çok iyi tanıdığını zannettiği insanlar hakkındaki kirli ve tüyler ürpertici gerçekleri öğrendikçe aslında saydam bir sis perdesinden gördüğünü sandığı dünyanın yavaş yavaş daraldığını ve kendisini de yutmaya hazır olduğunu keşfedecektir.
Bazı eleştirmenlerce modern Agatha Christie olarak adlandırılan Läckberg’in anlatımı, klasik Sherlock Holmes tarzından çok, Mario Simmel’in senaryovari -roman anlayışına daha yakın. Görsel betimlemelere sıkça yer veren, okuyucunun gözünde canlandırdığı yaşayan sahnelerle, sinemanın kullandığı geri dönüş (Flashback), ileri gidiş (Flashforward) gibi teknikleri yazına uyarlayan sıra dışı tarzıyla Läckberg, edebiyat dünyasının son yıllarda kazandığı en umut vaat eden yazarlardan biri.
Läckberg’in okuyucunun ruhunu esir alan, kanını donduran tasvirleri insan doğasının en karanlık köşelerini mikroskop altına tutuyor. Olaylar dizisinin ortaya çıkması uzun sürüyor; çünkü hikayede çevrenin betimlenmesine büyük yer veriliyor. Her İsveç suç romanı okuyucusunun tahmin edeceği üzere bu hikaye de varlıklı olanların çıkarcılığını, çocuk tacizinin dehşet verici etkilerini ve sırlar ortaya çıktığında yaşanan kargaşayı konu alıyor.
Kilosundan şikayet eden, tıpkı hayran olduğu Bridget Jones’un yaptığı gibi hoşlandığı adamla buluşmadan önce dolabındaki tüm kıyafetleri deneyen, nasıl bir çamaşır giyeceği konusuna hayli kafa yoran bir karakter Erica. Merhum Alex ise tam tersi lisede her zaman kıskanılan, ne giydiği konuşulan, ne yediği düşünülüp nasıl her zaman iyi göründüğü merak edilen şu ikoncan tipli kızlardan biri. Patrik, ormana bakmaktan ağacı göremeyen umutsuz bir polis, Dan ise 40 yaş bunalımı yaşayıp heyecan peşinde koşan bir aile babası. Görüldüğü üzere karakterler popüler kültürün her yana saçtığı sıradan insan modellerinden seçilmiş olsa da, yazarın onları bu buzlarla kaplı, sade ama çetin ortama oturtuşu, o coğrafyanın kültürüyle bağdaştırışı kesinlikle bir deha örneği.
Kitabı okurken tüm karakterleri, acısını içinde yaşayan Henrik’i, Alex’in dünyadan bihaber annesi Birgit’i, Erica’nın aile içi şiddetten muzdarip kardeşi Anna’yı, ayyaş ve hatta güçsüz Anders’i bile kafanızda canlandırmaktan, sadece sayfalarda, sadece kelimelerden ibaret olduğu halde içinize işleyen soğuktan kurtulamıyorsunuz.
Dehşetle sarsılırken bile yine de kar altında uyuyup hiç uyanamayan bir gezgin gibi sayfalar arasında kayboluyorsunuz. Ve nihayet son satıra geldiğinizde aklınızda sadece Fröding’in o ünlü dizeleri kalıyor: “Aşkımı parayla satın aldım, gözümde başkası yoktu. /Güzel çalın vınlayan yaylılar, tek aşkımın şarkısını güzel çalın.”

Yorumlar

Popüler Yayınlar