Vampirim biçim biçim ölürüm Edward için

Anne Rice ‘ın 1973’de kaleme aldığı “Vampirle Görüşme” ile başlayan, Laurel K. Hamilton, Stephenie Meyer ve Jeanine Frost gibi yazarlarla alevlenen vampir akımı hız kesmeden yoluna devam ediyor. Sinemada ilk kez Nosferatu (1922) ile ortaya çıkan akımın en güncel temsilcisi hiç kuşkusuz Alacakaranlık serisi.
Vampirle Görüşme (1994)’nin sinema adaptasyonunun başarısından sonra yapımcıların ve kitaplarının film olması için yanıp tutuşan yazarlar ordusunun hedefi haline gelen kan emiciler; kurt adamları, hayaletleri ve diğer ucubeleri geride bırakarak zirveye oturdu.

Rick Sutherland, Arjean Spaite ve Barb Karg üçlüsünün kan emici tarihine ışık tuttukları “Her yönüyle Vampir” kitabında da belirtildiği üzere vampir, salgın hastalıklar ve sebebi bilinmeyen ölümlere açıklama getirmek için halk efsaneleri ve folklörle günümüze taşınan çok uluslu bir kavramdır. Vampirlerin aristokratların bir metaforu olduğu teorisi daha çok Avrupa mitlerine dayanır. Bulgaristan’dan Almanya’ya, Doğu Avrupa’ya sonra da Yeni Dünya’ya taşınan bir mittten ibarettir.
Şimdilerde ise bu mit, özellikle 12-25 yaş arası gençleri etkisi altına almış durumda. Olağanüstü yakışıklı, karun kadar zengin (o servetin kaynağı hiç açıklanmasa da), herkül gibi güçlü Edward’ların, Damon’ların, Stefan’ların, Eric’lerin dünyasında sıradan olmanın ağırlığı altında ezilen, kaçış arayan, hayallere sığınan herkes için binbir türlü imkan var.


CONDON’UN ŞAFAĞI
Alacakaranlık yapımcıları da bu akımdan faydalanıp hepsi Razzy Awards’a (En Kötü Film Oskarı) aday gösterilen dört film çektiler. İlk film hiç kuşkusuz serinin en başarılı filmi olarak düşünebilir. Tutulma ve Yeni Ay’ın hiç çekilmemiş olduğunu kabul etmek her bakımdan hayırlı olabilir. Şafak Vakti’nin birinci bölümü de asıl filmin uzun metrajlı fragmanı olarak kabul edebiliriz. Gelgelelim ikinci bölüme, Bill Condon, Kinsey (2004) ve Rüyakızlar (2006)’daki başarısızlığını birinci bölüme net şekilde taşımıştı. İkinci bölümde ise, özellikle savaş sahnesiyle deyim yerindeyse ‘aksiyona vurarak’ şaşırtıcı bir farklılık yaratıyor. Oyunculuklara, senaryoya ve dramatik derinliğe pek de takmayan yönetmen galiba yeni bir modanın izinden giderek ‘onu yapamazsam resim gibi sahneler çekerim’ demiş.
Uzun lafın kısası, Kristen Stewart ya da Robert Pattison hayranı değilseniz izlemenin anlamı yok.

Yorumlar

Popüler Yayınlar