Yitik mi yitik kent

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir ‘Yitik Kent’ varmış. Kayıp Kıta Mu’nun, bahtsız Atlantis’in mirasını sırtına yüklenmiş bir kent... Gelen geçen seyyahları, göçebeleri, toprağı altın diye çıkınını kapıp kendine koşanları yutan bir kuyu...
Ne kahramanlar, ne delikanlılar, ne analar, ne bacılar yitip gitmiş bu yedi tepeli şehirde, ne siz sorun ne biz söyleyelim. Yahya adlı şairin methiyeler düzdüğü, Roma’ların Bizans’ların uğruna savaştığı, şu sıralar nur cemali geceleri kuş misali konuveren beton yığınlarıyla çirkinleşen, ormanları inim inlemiş bu şehrin ne suçu varmış peki? Kim suçlarmış onu? Yeniliğe, farklılığa, kendilerinden olmayana ayak uydurmaya cesaret edemeyen, özlerine yabancılaşan, yeni konumlarında rahatsızca kıvranan bir takım kavimler mi? Peki neymiş bu gariban kavimleri kaybolan şehre getiren? Geçim zorluğu, işsizlik, terör, miras kavgası, namus belası, kan davası? Hikaye bu ya “İstanbul dedikleri buymuş” , “Ne Gurbet Ne Bereket” diye sızlanan “Lodos Yemiş Balıklar” gibi kıyıya vuran bu hayali ademoğullarıymış şehrin kaşlarını çatmasına sebep. Bağrına atılan taşa, “çöp”e, yıkıma direnemeyen bir toprak parçasını suçlayan hangi Cengiz Han’mış, hangi Yavuz’muş? Bir zamanlar bütün sahillerinde denize girilen, bütün parklarında bahçelerinde mangal kokusu almadan, çizgili pijama giyilmeden, laf atılmadan, taciz edilmeden, dolaşılabilen, sokaklarında güvenle gezilebilen, mafyası bile namuslu, hırsızı bile merhamet sahibi bir şehirmiş bu “Yitik Kent”. Sonra Haçlı orduları gelmiş, yağmalamış, talan etmiş, bitap bırakmışlar. İşleri bitince de “Hadi gel geldiğimiz yere geri dönelim” demişler. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Çayır çimen geçerek, lale sümbül biçerek; soğuk sular içerek, altı ayla bir güz gitmişler. Bir de dönüp artlarına bakmışlar ki, ne görsünler, gide gide bir arpa boyu yol gitmişler!

ORADA BİR ŞEYLER VAR UZAKLARDA
Yaz demiş Tanrı kaleme yaz demiş, yaz, güzel şeyler yaz! Eğmiş boynunu kalem, “Ah” demiş “Tanrım! Ah Ah! Düşmanın üstüne eyledim akın, dönüşüm yok zamanım yakın, fakir fukarayı incitmem sakın, yıktırtma perdeyi eğleme viran!” Ne sınıf kavgası ne elitizm zırvasıymış kalemi isyan ettiren. Eline kamerayı alıp işsizliği yaratanları, insan ayrımını kafalara sokanları, kentleştirip de kentlileştiremeyenleri eleştireceğine suçu eli kolu bağlı bir toprağa atıp kolaya kaçanlarmış bardağı taşıran! Karacaoğlan’ın selam etttiği Bolu Beyi’ymiş!
Bir aile varmış bu Yitik Şeher’de. Görmesek de anlamasak da o aile bizim ailemizmiş. Geldiğim yerde geçinemiyorum deyip “zalım zalım” diye bağrını yumrukladığı kente gelip de bu şehirde tuvalet temizleyen, çöp toplayan, yedi kat yabancının evinde kıyı köşe temizleyen, her gün onun bunun ağız kokusunu çeken emekçileri unutup; bulaşık yıkamayı, iki kat cam silmeyi gururuna yediremeyen bir anneyle, ayak uydurmayı iki özentiye kendini beğendirmek sanan bir kardeş, nereye gitse başa bela açıp iki kuruşluk iş yaptı mı beş kuruşluk zarara sebep bir ağabey, Karadenizliyiz deyip de lehçesi bile olmayan bir topluluk... Neresinden tutulsa dökülen bir kavram karmaşası... Ne köyden ne kentten nereden olduğu belirsiz, bir uzaylı, bir düzmece, bir hayali kahramanlar kalabalığı.
Yıllar geçmiş, tiyatronun sakalları saçları beyazlamış, kitapların üzerine küf inmiş. Televizyon diye bir şey icat olunmuş. Bu kutuya dizi, film, programlar peydah olmuş. Seyirci adlı bedbahtlar varmış bir de. İç içe geçmiş dramların sırat köprüsü tadındaki labirentlerinde acı çekmeye, ağırlaşan ruhlarının içinde Prometheus gibi ölüp ölüp dirilmeye davet edilmişler. Gelen var mıymış? Giden var mıymış? Duyan var mıymış? Mış Mış Mış...

Yorumlar

Popüler Yayınlar